17 Aralık 2009 Perşembe

Bazen değişti hislerimiz.
Gene de anlaştık çok iyi.
Evcilik oynadık, karı koca olduk,
Aramızda ne dövüş var ne kavga,
Şakalar, öpüşmeler
Güldük, eğlendik beraber.
Çocukluk, arzuladık
Saklambaç oynadık derede, ormanda;
Ah öyle saklanmışız, birimizi
Bulamadık bir daha.

Heine "Şarkılar Kitabı"
29.05.1984 Leyla'ya...
Çınaraltı. H. Kolukısa

uzun zaman sonra beni ağlatabildiğin için teşekkür ederim. Babamın en sevdiği şair senmişsin, karısının yalancısıyım.

6 Kasım 2009 Cuma


"Bu aralar fotoğraflarımızda metaforik anlamlar yakalıyorum." dedi sevgilim, daha bir kötü oldum. Gitmekte ne var ya diye düşünürken şimdi "ne olacak acaba?" diye bir soruyla birlikte geldi aklıma.

31 Ekim 2009 Cumartesi

ama bir de şu var:


"I am alone. I am not lonely."

robert de niro "Heat"

Tabiiiiii (güleç bir sıfatta, o gerili dudakları aniden büzüp gözleri irileştirerek)

Artık rüyalarımda O'na anlatabileceğim şeyleri görüyor olmam güzel bir gelişme. Tabii anlattığım rüyanın önermesi şu olmasaydı daha iyi olurdu: "Anlatabileceğin rüyaları ona anlattığında birbirinize anlatacak bir şeyiniz kalmamış demektir." O, hiç beklemedikleri anda sırtımı çevirdiğim insanlardan olsun istemedim hiç bir zaman.
Yağmur trafiğinde mahsur kalmış dolu minibüslere, otobüslere, havasız tüm o yerlere teşekkür edelim, bize sağlıklı düşünme fırsatı verdiği için. Ve gidip o kuaföre gireceğim, orada gerçekten o kıza benzeyen birisi varsa flört edeceğim. Of zaten kız metaforu başlı başına bir olay. Siyah saçları güzel göğüsleri ve dolgun dudakları vardı (pes oyununda erkekleri dize getirdiği gözlerindeki haşinlikten belliydi). Kızdan hoşlanmıştım ya da ihtiyacım vardı ona. İhtiyacım vardı çünkü yalnızdım, benim bir arkadaşa ihtiyacım vardı birlikte pes oynayacağım. Belki de o yüzden bu çirkinliği ona yapamıyordum (çirkin itiraf). Keşke Freud Baba yan komşum olsaydı çalıp kapısını zorla dinlettirirdim ona rüyamı. Bir dakika! Bir psikolağa ihtiyacım olduğunu mu itiraf ettim az önce? Kesinlikle. Kötü bir şey değil ki. Hem psikoloğa gitsem; "sana yapılacak bir şey yok ki (sana müdahale edemeyiz (!), sen halletmişsin kafanda bre oğul" deme ihtimali çok yüksek. Sonuçta O'nu arayıp "kimdi lan o yanındaki lavuk?" dememiştim. Bu süreçle paralel rüya görüyorum, rüyalarımı idealize etmiyorum demektir. Ve yine sonuçta o çocuğun adını öğrenmek istemiyorum. Bu da gerçekten istemiyorum demektir.
Ama o kız yüzünden olmasa keşke, bu filmde beni motive eden sadece trafikte tıkılı kalmış dolu minibüs olsa. Kız olmasa... Yo olmaz işte. Tanrım ben bu senaryo işini çözdüm gerçekten! Ot dediğimiz uyuşturucunun nasıl ki inandırıcı bir motivasyon rolü olamayacaksa tıkışık minibüsünde böyle bir rolü olamazdı benim filmimde. Klişe, güzel bir kız olmalıydı. Neyse, neticede bu bir dönüm noktası. Bu dönüşten O'nun da haberi olsun istedim. Benim istersem neler yapabileceğimi göstermek istedim (!) ve sabah uyanır uyanmaz onu aradım. Sesini duyduğumda karanlık rüzgarlı, yağmurlu bir sabaha uyandığımı fark ettim. Zaten rüyamın geri kalanı, O'na anlatma gereği duymadığım kısmı aklımdaydı. Öncesini yemiş yutmuş anlamış ve unutmuştum bile.

Şu din hocası varya, hani dersine girmeyip müzik anfisine kaçtığım. İşte o din hocası beni yakalıyordu bahçede. Beni uzaktan görmüş yanıma sinsice yaklaşmış... Neyse gerisi önemli değil çünkü yazının bu noktasında mutfağa gidip kahvaltı hazırladım. Bıldırcın yumurtalarından ortalığı batırdık yaptm kendime (pişirilince besin değerinin kaybetmediğini eskiden bilmiyordum, paketinin üzerinde yazıyormuş halbuki). Salonda, televizyonun önünde yedim, güzel olmuştu. Trt türk diye bir kanalda Fazıl Say karşıma çıktı. Viyana'da dolaşıyordu ve beethoven'ı anlatıyordu. O giderek Beethoven'ın ne kadar çok hayal kırıklığına uğradığını ve yalnızlaştığını anlattıkça ağladım. Benim komşum olabilirdi Beethoven ve yerini sevdiyse diğer komşuların onu kovmasına izin vermezdim. Uykularında sularına ilaç katıp zehirlerdim onları.

29 Ekim 2009 Perşembe

saygılar, sevgiler...

...Cinsenllik, kişinin kendisini farklılaşmış, ayrı bir insani varlık olarak tanımasını sağlayan, bu üçüncü türden yalnızlık deneyimine, korku ve kendinden kuşkulanma ögelerini kattı böylece. Korkulan ya da kuşku duyulan konunun, kişi için özel bir önem kazandığı, beylik bir psikolojik bilgidir. Tam da cinselliğin yarattığı kararsızlıklar, cinsel deneyimin önemini artırıt: Cinsellik sorunlu bir alan olduğu için, kendimizi tanımlamamız açısından daha fazla önem taşımaya başlar. Cinselliğin gereğinden fazla önem kazandığı; nefis tanımlanması ve tanınmasına ilişkin, yerine getiremeyeceği ve getirmesi de gerekmeyen görevlerin cinselliğe yüklendiği, Foucault ve benim paylaştığımız teorik ve pratikbir görüş sanıyorum.


Başlangıç için, son bir değinme daha: Bu cinsellik ve yalnızlık sorunuyla ilgili olarak, şöyle bir mantık yürütülebilir: "Unutalım bunu! Cinsellikten zevk alalım ve kendimiz üzerine düşünmeyi bırakalım!" Yalnızlıktan, neden bu yolla çıkılamayacağını söylemek isterim.
Yalnızlık ve biraradalık arasında doğrudan ilişkiler var: Eğer bir insan, yalnız olmayı pek iyi beceremiyorsa, başkalarıyla bir arada olmayı da beceremez. Farklılığın yalnızlığıyla, toplumdaki bir aradalık arasında ortak bir ritm vardır ve kendimizle yalnız kalma deneyimi, kısmen böylesine yaralandığı için, bu ritmi sezemiyoruz. Öte yandan, geçmişte mümkün olmayan bir biçimce yapayabiliriz de bu ritmi; çünkü Batı'nın burjuva toplumlarında çok büyük olanaklar açıldı: parçalı bir toplumda yaşamak...

Geçmişte pek çok toplumu bir arada tutmuş olan din, aile, iş ve cemaat gibi organik bağlardan kaçabilme fırsatı var günümüzde - tamamiyle olmasa bile en azından ortak bir ideal olarak var bu. Bugün organik olana sevgi duymadan da varolabilmeye başladık. İlk kez Durkheim'ın ayrıntılı bir biçimde değindiği gibi, dev bürokrasiler, artık organik dayanışma yoluyla kurulmuyorlar. Bütünlüklerini; aile, iş yeri, 18. yüzyılın kent ve köylerinde olduğu gibi, tek bir bünye içinde hatta fiziksel olarak birbirine bağlı değiller artık. Din, geleneksel Katolik ve Musevi yaşamında oynadığı bütünleştirici rolü oynamıyor. Bu değişimlere, toplumsal çöküş belirtileri olarak bakıp yakınmak yerine, onları kabullenebilir ve ne gibi yararlar sağlayabileceklerini görmeyi deneyebiliriz. Bunlar, hem yalnızlık, hem biraradalık açısından yeni olanaklar getiriyor gibi geliyor bana.

Organik bağların kaybı, toplumsal ilişkilerin giderek artan boyutlarda özgür seçim konusu olabilecceği anlamına geliyor. Toplumsal ilişkilerin anlamı, bir doğa, tanrısal yasa, organik zorunluluk şeması içine oturtulmadığı ölçüde artar. Ama parçalı bir toplumdaki kişinin bu seçme ya da seçmeme hassası kişinin kendisini, haklarıyla birlikte, özgün ve farklı bir varlık olarak nasıl göreceğini bilmesine bağlıdır. Psikolojik hakikatin ölçütü olarak cinsellik enflasyonu, bu tür bir nefis bilgisini karmaşa içine itti.

Richard Sennet (Telos Yayınları, -Micheal Foucault "Dostluğa Dair"- isimli kitabı.

iki şiir iki vezir

Yüzüne bakmadığım zaman,
Başka gözüm var seni gören.





Bir sen yürürsün sokakta, yürürken;
Oturursun koltuğa, oturunca.
Su bir senin bardağında en çok su.
Bir senin kolların bileziklidir.
Bir senin ağzın dudaklı ve sıcak.
Bir sen memelisin, ince bellisin.

Başkaları gitmiş olur, gidince;
Bir sen yakınsın uzakta kalınca.

(bütün çaldıklarım Oktay Rifat Baba'dan)
Eslerin, notalarla birlikte, müzikal parçaya ait oldukları gibi, dostluk ilişkilerinde de görüşmeye bir süre ara vermek yararlı olabilir.
Gothe'den Achim v. Arnim'e (Weimar, 22 şubat 1814)

26 Eylül 2009 Cumartesi

publikumsbeschimpfung

Neyi biliyorsunuz ağzına sıçtıklarım, "biçim içeriği, içerik de biçimi koşullandırır. özellikle içeriğe ya da özellikle biçime ağırlık veren yapıtların okuru çoşturduğu (puslu kıtalar atlası), yazın budur işte dedirttiği çok olmuştur kuşkusuz. gene de bu tür yapıtların çekiciliği hep aynı biçimde sürüp gitmemiş geçici bir işlevle sınırlı kalmıştır." (ama lafım sana handke, sanat yalnızca bir biçim değildir. )...(parantez bana aittir.)... çok sıkıldığımdan ne dediğimi farkına bile varmak istemiyorum. bugün alkol almadığım için başım ağrıyor. televizyonun sesini duyuyorum. şu, salak yarışma programında dilenenlerden birisinin (kuzenim de onlardan biri olmak üzere sanırım) daha eli boş kaldı galiba ki anneannem efekt verdi: GİTTİ, AHA GİTTİ. odamdan anneannem'e kıs onun sesini lütfen diye bağırıyorum bazen. acaba bu yakarışımı duyan üst veya alt komşular ev yaşantımız hakkında ne düşünüyorlar diye düşünüyorum. anneanneme kızmıyorlardır umarım. bana kızsınlar ona gerizekalı dedim öğlen. ama bunu komşular duymadı. gerçi herkese gerizekalı diyorum bugünlerde. neyse daha fazla yazamayacağım. hayır, gidip anneannemden özür de dilemeyeceğim. ben çok kötü bir insan oldum bugünlerde, tam dayaklığım.

12 Eylül 2009 Cumartesi

Kütüphanemden çıkan gizleri çok seviyorum.
şimdi, 78 tane şiir kitabından itiraf ediyorum ki hiç içini açıp da bu da kimmiş ki diye bakmadığım kitaplar yok değil. Var.
Neyse bugünün şanslısı Ahmet Telli Abi.

bakın ne demiş kendisi:

kapağı açılmamış kitaplar
unutulmuş aşklar gibidir
kitaplardan söz edelim
ve onların gizli kalmış
sessiz tadlarından
küçükcük salyangozun bahçedeki yuvasından çıkıp, 30 metre kadar yukarı tırmanıp odama girmesi...
erasmusa başvuracağım pazartesi günü!
şimdilik dario marianelli dinleyip berna moran okumalıyım.

28 Ağustos 2009 Cuma

o değil de, bu aralar ( bu aralar dediğim aylardan beri) izleyip de işte bunu beğendim dediğim bir film olmadı. tarantino bile beni tatmin edemediyse... gerçekten çok huysuz olmalıyım. hanake ve park abilere çok iş düşecek. özellikle thirst'ü bir celladın kurbanını izlediği gibi izleyeceğim... en küçük bir yanlışında kurban edeceğim şerefsizi. zaten yarın öbür gün olur da karşılaşırsak park abiyle iki çift laf diyeceğim olmalı... iki eleştiri... iki sizin filmde de şu vardı (bıyık altından gülerek ve yamuk bir ingilizce ile), neydi o üstadım, cümlesi... söylenmeli.
aslında dolu dolu bir gün geçirdim, mamet okudum iki tane film izledim duş bile yaptım...
ama hep cansıkıcı şeyler gözüme battı. davit mamet'in okuduğum bu kitabının çevirisi o kadar kötü ki. orjinalini bulmalıyım neden ki önemli bir kitap. ayrıca izlediğim iki film (biri magnolia diğeri de zift) bariz kötü filmlerdi. yüzüne boya sürmüş sivri burunlu kemik suratlı cilve yapan genç kızlar gibiydiler. e beğenenleri çok olur. ayrı c a da banyoda suyu asla istediğim ılıklığa getiremedim. sivri burunlu kısa boylu koca kafalı huysuz genç bir oğlanım.

18 Ağustos 2009 Salı

Şimdiii, şöyle yanı başıma gel cancım...

1) Bu Ahmet neden mezarlıktan hastaneye gidiyor? Bunu hastaneye ne götürüyor?

2) Güzin ile Ahmet çat diye tanışmaları inandırıcı değil. Bunuları daha önce karşılaştır...

* Ahmet'in hastaneye Salih öldükten sonra gitme nedeni nedir? (soru bu)

3) Düşündüğün final karakterleri güçsüzleştiriyor. Başından beri birbirleriyle çatışan güçlü karakterleri öyle bir rakı masasında uysallaştıramazsın. Finali değiştir (neden bir tajedi olmasın, üstelik o boyalı tabancayla, Ahmet Erol'u kurtarmak isterken ikisi de ölsün mesela ahah mesela yani )

4) Seninki bir aşk hikayesi değilse motaivasyon olarak aşkı kullanma. Sıçıyorsun. Deniz karakterini at hikayeden... Ahmet ile Erol'un savaşı olsun bu... Çapraz bir aşk hikayesi olmasın.

"sen hiç aşık olmamışşsın lan" dedi mehmet abi. "ben senin yaşındayken ne aşk hikayeleri yazardım. Aşk dediğin ayrılıkta başlar filan diye devam etti" dedim; " evet ben hiç aşık olmadım". Bunu derken çok ciddiydim. inandı bana hatta ben de kendime inandım

Ha bir de böyle yani benim hikayemdeki gibi; biri birinin annesine diğeri de onun oğluna(bunun daha kolay bir tasviri de var tabii) aşık olan bir tiyatro oyunu varmış... zaten varmış....

14 Ağustos 2009 Cuma

günlerden beri cihat'ın çekeceği vampir filmini dinliyorum, vampir hikayeleri düşünüyorum kafamda freud'dan nevrotik alışkanlıklardı, evrelerdi, anal tutucu / bırakıcı gibi psikolojik şeyler okuyorum... Neyse sonuç olarak bir şey eksik bu kurtadam ve vampir filmlerinde, yüzeysel olan basit olan bir taraf var. Kolaya kaçmaca var. Az sonra izleyeceğim (evet ilk defa izleyeceğim) interview with the vampire isimli filmde, ısınamadığım tarafı kabak gibi göreceğim sanırım.

12 Ağustos 2009 Çarşamba

insanların blogları ne kadar da eğlenceli gözüküyor ve belki de gerçekten öyleler. kafama taktım. sıkıcı bir adamım işte ben.

Bu fotoğrafı o kadar çok sevdim ki! Erdem çok iyi bağlama çalardı, güzel sesi vardı. Bana bağlamayı o öğretti sayılır. Sıra arkadaşımdı.
Aslı ona aşıktı. Çapkın Erdem Aslı ile birlikte bir kaç kızla daha takılırdı.
Bir çiçek filan göndereceğim... Duygulandım yemin ederim.
duşumu aldım, karnımı doyurdum, gözlüğümü taktım ve yazmaya başlıyorum.

10 Ağustos 2009 Pazartesi

içimde zaptedilmez bir kırma isteği
dizginlerini koparan bir at sanki bu
soluk soluğa kalıyorum her sonbahar
ve sevgilim ne zaman hoşgörülü olsa
bir yolculuk düşüyor aklıma, gidiyorum
bütün gençliğim böyle geçip gitti işte
ama hala bir şeyler var vazgeçemediğim.

ahmet telli hakkında daha sonra konuşacağız...

8 Ağustos 2009 Cumartesi

ben kedileri sevmeyen ama böcekleri öldürmeyen bir adamım.

2 Ağustos 2009 Pazar

benimkisi bir aşk hikayesi değil.

Erol annesine aşık değil. Hatta onu yıkamak zorunda kalması çok üzücü. Kusmuğunu temizlemesi... Bunların hepsi onun için çok ağır. Peki, neden Hatice'nin bu işleri yapmasına izin vermiyor? Neden başkasına güvenmiyor annesini? Birisini mi bekliyor? Sadece annesinin değil kendisinin de muhtaç olduğu o adamı bekliyor. Oedipal temalarla oynuyorum burada. Sanırım tersine çeviriyorum. Şöyle düşündüm Erol, annesi ile evlenmeye mecbur bırakılıyor. İster istemez onunla cinsel deneyimler yaşıyor (onu yıkamak zorunda kalması) ve onu kocasıymış gibi sahip çıkmak zorunda kalıyor. Bu durumda Ahmet onun için bir kurtarıcı, potansiyel bir baba, annesi için koca. Fakat annesini yabancı bir adama emanet etmesi kolay değil. Sonuçta Ahmet'in kızı Deniz bunu kolaylaştırıyor. Ahmet Deniz'le yatarken (kabaca) aslında annesini artık Ahmet'in yıkamasına razı oluyor!

ya da şöyle şöyle, dağılmadan yazalım;

1) Erol Ahmet'i istemez. Çaresiz bir halde hastanede ölüm kalım savaşı veren annesini bu adama kaptırmaya niyeti yoktur. Annesi onun her şeyidir. Yaşama nedenidir. Ahmet gibi aç kurtların annesinden faydalanmalarına asla izin veremez.

Ahmet de Erol'un kendisine olan sert tepkisine aynı sertlikte cevap verecektir. Nitekim Erol'un annesi Güzin'e gün geçtikçe bağlanmaktadır. Diğerlerine ve hatta eski karısına duymadığı bir bağlılıktır bu. Aşık olmuştur ve bu kadından onu kimse, Güzin'in oğlu bile olsa uzak tutamaz.

* Burada Erol ve Ahmet aynı karakterlere sahip iki çocuktur. Erol 19 yaşında Ahmet ise 57 yaşındadır. Bu çocuklardan biri diğerinden daha olgun değildir ve hiç bir zaman birbirlerini alttan alamazlar. (İlk önce inatçı keçiler gibi birbirlerine toslamaları lazım)

2) Erol, Ahmet'in kızı Deniz'i görürgörmez aralarına kalın bir duvar çekmeye niyetlenir. Nitekim Deniz'e göstereceği hoşgörüyü Ahmet'e göstereceği bir taviz olarak değerlendirir. Fakat Güzin'in Ahmet'e verdiği huzuru ve yaşama çoşkusunu Deniz de Erol'a verecektir. İster istemez Erol Deniz'e yakınlaşacak ve aralarında bir ilişki başlayacaktır.

* Erol Deniz'le olduktan sonra Ahmet'e karşı tavırlarında yumuşama görülecektir. Birbirlerini olabildiğince görmezden gelmeye başlarlar.

3) Aslında Ahmet, Erol'un koruyucu baba figürüdür. Erol ise Ahmet'in özlemini çektiği ailenini anahtarıdır. Onu oğlu gibi kollamalı ve ona sahip çıkmalıdır. Güzin ile oluşturacağı aile bunu gerektirmektedir.

4) (Finale doğru giderken son tetikleyici sahne) Ahmet, Erol'u kötü adamların elinden kurtaracaktır. Daha sonra bir rakı masasında baba ve oğul olduklarını tescilleyecekleridir.

* İki erkek birbirlerine karşı belli bir süre nötr kalmışlardır. Bu bir bekleyiştir aslında bir adım atılması beklenmektedir. Bu adımı Ahmet atacaktır.

önerme: erkekler, kurtuluşlarını başkalarının kadınlarında bulurlar.

drama; hayatın durağan kısımları atıldığında geriye kalandır.

bir de üşenmesem...

3 Temmuz 2009 Cuma

Slovakya'daki kuzenime mail atıyordum;

"Burada mutsuz olursam gelip orada sakin bir hayat yaşamak istiyorum" diye. Sonra hatırladım (dünya vatandaşı kimliğimden Türk kimliğime döndüm) ki öyle her elini kolunu sallayan gidemiyor yurtdışına. Hadi gittin diyelim, orada sakin bir kasabada yaşama fikri hiç gerçekçi değil. Türkiye'de doğarak buraya sıkışıp kalmışız. Kaçmak istemek bile komik.

Yine Hüseyin'in oğlu olarak ama 300 yıl sonra doğmak istemez miydim!

Şu filmdeki gibi dondursunlar beni de.

1 Temmuz 2009 Çarşamba

http://www.youtube.com/watch?v=3ethtD4R1kk

nakupenda pia, nakutaka pia, mpenzi we

böyle bir kaç şarkı daha var, klibiyle sözleriyle melodisiyle arkada bıraktığım beş on yıla tutunmuş bırakmayan.

30 Haziran 2009 Salı

evde otururken ulan boşa harcadık yine geçti gitti dediğim zaman, stajım süresince çok yavaş ilerlemeye karar verdi.

klibimi izleyen prodüksiyon şefinin peşine takılsam...

cesareti nereden bulmalı?

27 Haziran 2009 Cumartesi

Diyarı aşka sultanam dila men de zamanılda
Vezirimdir gam u gussa oturmuş iki yanımda
Men ol şahbaz-ı kühsarem başeğmem gülle-i Kare
Nice anka kimi yavru uçurdum aşiyanımda


"İsmail" dedi, getiriyor musun klavyeni?

Zırhımın arka kısmı zayıf, arkamda savaşacak iyi bir kılıç ustasına ihtiyacım vardı.

Buldum mu? Yakın zamanda, bir cenk talim edip öğreneceğiz.

1996'lar bitmesin!

Bu sabah uyandığımda aklımda bir tarih vardı:
1996.
Ne tuhaf bir yıldı dedim kendi kendime. Kırılma noktası.
Annmle hastaneye giderken de o yıl geldi aklıma, yanımdaki kadına baktım, neler olmuştu başka hatırlamaya çalıştım. Hafızam ne kadar kuvvetli.

Az önce ulusozlukte sol frame de 1996 isimli bir başlığı gördüm. Bugün birisinin daha aklına gelmiş 1996.

Ama diyorum ya alegorik cümleler değil benimkiler. Sozlukte aklımdakileri direkt yazsam çok biçimsiz duruyor. Herkesin ikincil anlamlarıyla kurduğu cümleler yanında ben de... Şu an, dün stajda okuduğum kitap geldi aklıma "buy.ology". Kitapta bahsedilen beyindeki ayna nöronları... Uzun zamandır sozluğe yazacak bir şeyler bulamamın nedeni onlar. Farklı şeyler yapmak istiyorum.

18 Haziran 2009 Perşembe

ışığın savaşçısı sevgiye ihtiyaç duyar.
sevgi ve şefkat de tıpkı yemek, içmek ve hayırlı kavgadan tat almak kadar onun doğasının bir parçasıdır. savaçı güneşin batışını izlerken neşelenmiyorsa yanlış giden bir şeyler var demektir.
bu noktada mücadeleyi bırakır ve batan güneşle birlikte seyredebileceği insanlar arar.
birilerini bulmakta güçlük çekerse kendine şunu sorar: insanlara yaklaşmaktan çok mu korkuyordum? biri bana sevgisini gösterdi de ben mi fark etmedim?
ışığın savaşçısı yalnızlıktan yararlanır, ama yalnızlığın kendisinden yararlanmasına izin vermez.

ve uzak ülkelerden birinde yazılmış cümleler can kolukısa'yı tanımlamaya umarsızca devam ederler.

ışığın savaşçısı için imkansız sevgi diye bir şey yoktur.
ne sessizlik ne de ilgisizlik ya da reddedilme onun gözünü korkutur. insanların yüzündeki ifadesiz maskenin gerisinde sıcacık bir yüreğin bulunduğunu bilir.
işte bu yüzden savaşçı başka insanlardan daha fazla riske atılır. Sık sık "hayır" sözcüğü ile karşılaşacağını bilse de evine yenilmiş, bedeniyle veruhuyla reddedilmiş olarak dönecek olsa da sürekli olarak birinin sevgisini arar o.
bir savaşçı ihtiyacı olan şeyi ararken asla korkuya baş eğmez.
sevgisiz bir hiçtir o.

16 Haziran 2009 Salı

Mustafa Günen, baba.

Bu resim alınmalı düzgün bir yere asılmalı.













Onu düşünüyorum nasıl bir yer olmalı orası?

13 Haziran 2009 Cumartesi

χαρακτήρας

neden yalnız başıma olamıyorum? Bu blogun adresini birkaç kişi neden biliyorsa işte o yüzden yalnız olamıyorum. iki sorunun tek bir cevabı var sanırım.

örneğin, kıvılcım gibi gidip masal evine oturamıyorum. kendime anlatıp kendimi dinleyemiyorum. neden? Burcu, yalnız başına interrail yapıyor. ben neden birilerini bekliyorum ve süreki bu işi erteliyorum?

muslukçu ile nasıl ki bir şeyleri kendime kanıtlama mücadelesini başlattıysam, bir gece yalnız başıma taksime gidip içiyor olduğumda bu mücadelemi sona erdirmiş olacağım. detaydan başladığım ve bütüne doğru, Can'a doğru giden, uzun sürecek zorlu bir uğraş benimkisi.

sevgilimi kıskanmadığımı söylüyorum, yüzüne karşı söylüyorum bunu. Ona söylediğim yalanlardan birisi. Neden ki, o ve onun gibi güçlü kadınları çok kıskanıyorum aslında ve belki de onlara duyduğum hayranlık yüzünden onlarla gerçek bir ilişki kuramıyor ve yalnızlığımı yüceltmeye devam ediyorum. Annemden, yarın tanışacağım ve henüz ismini bilmediğim kadına kadar çatışma devam ediyor olacak.

Geçen sene Burcu'nun kuzeni öldüğünde cenazesine gitmiştik sınıfça. Gencecik çocuk ölmüş herkes ağlıyor, tabii. Annesinin halini gördüğümde benim de gözlerim dolmuştu. İpek Seda filan verdiler ağıtı zaten. Cenazenin ortasında onlara dönüp şöyle demiştim; "arkadaşlar, Tolga, cenazesine bütün arkadaşları gelsin ve hatta arkasından ağlansın isterdi ama bu kadarını isterdi. daha fazlası onu üzer, hadi gidip içelim. " Burcu gülmüştü, onun kızarık suratını gülümsettiğime nasıl da memnun olmuştum.
Mezarlıktan çıkarken sürekli kavga ettiğim huysuz seda kulağıma "çok güçlü bir adamsın sen" demişti. Hiç bir şey dememiştim, bu cümleyi duymaya alışkındım.
Halbuki ona şunu demeliymişim;
"şimdi ben siz olmadan da gidip bir bara yalnız başıma içebilseydim işte o zaman güçlü bir adam olacaktım. Hayır Sedacım, ben sandığım kadar güçlü değilim."
İnsanlar gücü yanlış biliyorlar. en azından sözlükteki tanımı bana uymuyor.


önümüzdeki on dakika boyunca nofrostta patlamak üzere olan biramı açıp tarihin arka odasını izlerken,
arkamda bıraktığım on dakika boyunca neler olduysa, gelecekteki her on dakikada da aynı olaylar yaşanacak ve hayatım, ben güçlü bir karakere sahip olamadan, olayların akışına müdehale edemeden, altar egomun inşaa ettiği otobanda süratle geçip gidecek.

wim wenders, coppola, guy ritchie son yıllarda altar egoya kafayı takan abilerin hepsi andropoza girmiş adamlar. esra ile çektiğimiz filmde bile kadının içindeki altar erkeği göstermeye çalışmıştım. Oha andropoza mı giriyorum.

dövüş sahnesi çekmek istiyorum 30 plan dövüş sahnesi.
chaser'ı indireyim yarın gözdeyi kandırırım, frozen river yerine onu izleriz.

hayır, bak işte, iletişim eksikliğimin temel nedeni bilinçsiz bir şekilde konudan konuya atlıyor olmam...

12 Haziran 2009 Cuma

Büyüsün, yaz.

İşin yazın tarafını halletmeliyim derken görsel tarafını çok boşladım.
dört dakikalık klipte en az 160 farklı görüntüm olması gerekiyordu...

Mehmet Abi'ye izlettim beni dövecekti ; "bir ışık görsem sinirlenmeyeceğim... Kapıcı gibi çekmişsin. Sizin kapıcı da eline alsa kamerayı senin koyduğun yere koyardı" gibi cümlelerle beni motive etmeye devam etti. Hayır, ihtiyacım olan şey buydu kesinlikle...

Sobanın sıcak olduğunu bana söylemişlerdi ama ben her zamanki can'lığımı yaptım ve ona dokundum. Elim fena yara aldı. Bir daha dokunursam o sobaya, elim eriyip yok olacak. O halde artık hata yapma şansım yok. Ve yapmak istediğim işte hata yapma riskinin olmaması seni kesinlikle daha özgür kılıyor.

kilit cümlemiz:
bu sahnede önemli olan ne!

Bu arada, sanırım bu yaz eğlenceli geçecek. staj ve yaz okulu aynı anda ama ikisi de yorucu şeyler değil haftaiçi akşamları mavi tabancalı hikayeme devam edebilir, her gece mehmet abi'nin yöntemi uygulayarak bir film izleyip yatabilirim. Haftasonları gündüzleri okumalara ayırırım vaktimi. Akşamları içerim. Ağustos sonu gibi tatile kaçarım.

ulan nasıl gaza geldim? Sanki eve çıkarken asansörü yumruklayan ben değilim. umut doldu içim.

11 Haziran 2009 Perşembe

*

Bildiğin yolda yalnız yürü.
el kitabım;
ışığın savaşçısının el kitabı!

7 Haziran 2009 Pazar

an itibarı ile fark ettim ki yarın gidip bir yere oturup iki bira içerken iki lafın belini kırmak isteyeceğim bir adam yok etrafımda. hatta bir önceki cümleyi yazarken fark ettim ki benim erkek cinsiyetinden bir arkadaşım kalmamış. bir dakika hatırlamaya çalışıyorum; cemburak yurtdışında, kaos, can devirleri kapandı, cihat'a arkadaş kelimesi yakışmıyor sanırım, hakanla siyaset, futbol karışık derken... oha bildiğin asosyal oldum. ortaokul yıllığıma bakıp ego tazelemeye kadar düştüm sanırım.

2 Haziran 2009 Salı

ne çok cümle!

puslu kıtalar atlası'nın 60. sayfasında Erdal Öz 2009 edebiyat ödülünün yanlış insana verilmiş olduğuna dair önyargım yıkılmış değil.

bu cümleden sonra "sabah olmasın" diyesim geldi. Az önce not defterine yazdığım gibi;

az sonra, uykuya daldıktan belki yedi saat sonra gözümü açtığımda hala karanlıksa...
ve ben bu karanlığa aldanıp tekrar uyursam diğer herkesin yaptığı veya yapacağı gibi...
uykusuzluğumuz bizi uyandırırsa, nihayet
ama hala karanlıksa...

can! Çoşkularından yola çıkarak bir şeyler yazmamayı ne zaman öğreneceksin!

öf böyle bir film vardı galiba. evet evet dark city miydi ? böyle miydi o? Daha fantastikti sanırım. İzlediğimi ve beğenmediğimi hatırlıyorum. Yalnız, o film sahne süresi en kısa film sanırım değil mi? İki saniye miydi ortalamada... Klipte yapamadığımı... ya aslında bu yapamamakla ilgili değil... Yahu ben requem for a dream isimli filmi yarıda bıraktım çok sıkıcıydı, fanatikleri var, akıl sır erdirebimiş değilim.

aklıma bir film geldi. pardon film değil, bir şey geldi sadece. o da şu; galeri çekimleri ilk olacağı için o ayakkabının zaten sa....... yazasım yok, sıkıntıma çare olmadı bu da. national geographicteki zaman-mekan belgeseli beni bu hale getirdi. rüyamda solucan deliği bulmak istiyorum. az önce gerçekten bir şey istedim yüce varlıktan. Şu atlas okyanusunda kaybolan uçağı Allahım! lütfen! uzaylılar kaçırmış olsun!

büyük harf yazımı konusunda neden bu kadar lakayıtım acaba?

Mario Levi, geçen gördü beni, Ya Can! okudum! dedi. Ne güzel yazmışsın. "Dedim alıntı mı yaptı acaba filan!"

şu son yazdığım cümleyi söyledi, gerçekten böyle dedi duydum, ağzının içinde geveledi ben de o bu cümleyi kurarken yere eğdiğim kafamı kaldırmadım ki yüzümdeki ekşimeyi görmesin. Yok abi ilkokuldaki resim öğretmeni herkes. Yine de iyi bir insan o.

İlknur, sevil, defne (ki bunlar alim insanlar olabilirler) isimli fakultemiz hocalarına gitsem desem ki. Hocam 5 milyon türk lirası hesabınıza para yatırdım. şu öğretmenliği bırakın. Kucaklaşarak evet derler. O an yok olurlar okuldan.
Kötü insan budur işte!

Ama Aykut Hoca'ya de, siktir lan der. Berrin Hoca gerçekten siker. Mario Levi tamam der, alır parayı sonra ikinci gün gelir tekrar okula dersine girer.
bunlar da iyi insanlar.

peki ben bu ayrımı nasıl yapabildim? Çok basit! İşte bizim kullandığımız artık ne anlama geldiğini bilemediğimiz samimiyet kelimesi varya, onun temel anlamını bilmem yetti.
Bu kelimenin anlamı şudur: üstlendiği işi gerçekten isteyerek yaptğına inandığımız insanların diğerleri üzerinde bıraktığı olumlu intiba.
Buradaki iş kavramı önemli. Aşk, sevgi, inanç, özlem böyle kavramların kimde olduğunu ve gerçtekten o insanda olup olmadığını fark etmek zordur hatta bilemezsiniz. Bunu kişinin kendisi de bilemez. Neden ki sahibi olduğu ve bir uğraş haline getirdiği aşık (ki bu kelime "benim işim aşık olmak", "benin işim özlemek", "inanıyorum daha ne yapayım" gibi cümleler kuran filozofların saçmaladıklarına dair bir atfım olsun) olma eylemini kıyaslayabileceği karşıt bir eylemi ne kendi içinde ne de çevrede bulamayacaktır.
Herkes aşık olabilir ama herkes öğretmen olamaz. Öğretmen olmak için belli değerlerinin diğerleriyle yer değiştirmesi gerekir. Bir şeyleri gerçekten paylaşmak isteyen insan, "para" değerini ilk beş değerinden biri yapmayacaktır değil, bilinçsizce yapamayacaktır ki bu, öğretmen olup olamayacağını belirler o insanın. Öğretmen olmak isteyen insan şayet para kazanmak da istiyorsa aslında bir şeyler öğretemeyeceğini içten içe bilmektedir. Parayı, o mesleği üstlenenler kazanmaz, daha doğrusu minimumu kazanacaklardır onlar. O meslek sayesinde zengin olanlar, işinin virtüözü olmuş olanlardır. E işletme okuyanlar paragöz mü. Kesinlikle! Parayı işletmeyi öğreniyorlar ya da iktisatçılar... Ve bu kadar çok işletme öğrencisi olması içler acısı bir durumdur. Evet benim dediklerim genellikle bir üretim safhası ile alakalı. Gerçekten üretmek isteyenler üretebilir ve üretiminin tabii karşılığını alırlar diyorum kabaca. Öğretmenlerde üretirler. Onlar insanın en yetkin en gelişmiş halini üretirler.

kriz anlarında (ülkemizin içinde bulunduğu kriz de bu anlara sebebiyet veren önemli bir faktördür, çünkü ekonomiktir) bu maske takan soytarıların maskeleri düşmeye başlar. Çünkü herhangi bir şekilde meslek sahibi olmuş o insanlar artık para kazanamayacaklarını gördükleri anda ya da alışmış oldukları ellerine geçen miktar azaldığı için profesyonellikten tavizler vermeye başlarlar. İnsanlara daha kaba davranabileceklerdir artık. Surat asabileceklerdir.

İşte bu acınası durumda olanlar genellikle patronlar (evet, o insanlar patron olurlar (en büyüğünden bir medya patronu, ya da en basidinden onunla çalışan sanatçıları işçisi olarak gören lanet bir galeri sahibi) olurlar ve işiyle özdeşleşmiş insanlara kabus kusarlar.


Kısa filmde bana yardım edecek bir arkadaş bulamamamı neye bağlamalıyım? "İki sene önce" dedim anneme "kısa film çekmemi bekleyen insan sayısı çok fazlaydı sanki". O insanlar bana yardım etmek için hazır bekliyorlardı o günü. Gerçekten bana yardım etmek mi istiyorlardı acaba. Bana gerçekten yardım edecek birileri zaten kendilerini o filmin bir parçası olarak görmek isteyenlerdir. Can Kolukısa için oradayız denmeyecek yani! Yapacağım çekimde kendisi için bulunmak istemeyen kimde olmasın! En basidinden nasıl çekim yapılır gerçekten görmek isteyenler gelsin ne biliyim bir amacı olsun kendisi için...
Can'a kameraman olacağını söylediğimde gelmek istemesi ona olan saygımı ve sevgimi arttırmıştır ("düğün" nedeniyle gelemeyecek ama! Abi düğüne ya bak yine sinir oldum! Düğün'e gitmek nedir artık!). Neden ki Can vasfını ve yetkinliğini gösterebileceği bir ortamda bulunmak istemektedir. Ve artık buna hizmet etmeyen ortamlarda ve kişilerle görüşmek şayet kendi vasfını geliştirmek için harcıyacağı bir zaman diliminden vermesini gerektiriyorsa kesinlikle istememektedir. Bu yazdıklarımı Can'a yollayacağım. Umarım "evet abi aynen böyle" diyecek ama şöyle diyecek aslında.

"Ya yine gelirdim sonuçta ama, sıkılıyorum diğer türlü... Kameramanlık daha iyi tabii."

Ki bu adam süper kadraj alıyor. Tabii ki kameramanımdır! Ulan Kıvılcım'ı vokal ettim. Can'ı da görüntü yönetmeni yaparsam onlardan önce kendimi ihya olmuş sayacağım.

Ama şu gerçek, bir özeleştiri yapmalıyım burada, hayran olduğum kimseler var ya, onlara daha iyi davranmalıyım. Bir arayıp sormalıyım. Merhaba demeliyim. Nasılsın demeliyim. Bunları söylemek istemediğimden yapmıyor değilim ama. Burada yaptığım şey tamamen şımarıklık)
böyle umursamaz takılmaya devam edersem, yalnız kalacağım gerçekten.
esra'nın mailine cavap vermekle, cemburak'a ne zaman geliyorsun demekle başlıyorum. (bu iki insanın bir yılın dokuz-on ayını yurtdışında geçiriyor olmaları kötüymüş)

26 Mayıs 2009 Salı

der tod in Venedig

Önemli bir fikir veriminin derhal geniş ve derin bir etki yaratabilmesi için eser sahibinin
kişisel hayatıyla çağdaş kuşağın genel kaderi arasında gizli bir yakınlık, hatta bir uyum
bulunmalıdır.
Ah, çok doğru bir zamanda okundu ve aşık olundu.

25 Mayıs 2009 Pazartesi

hegemonik cümleler

1- althusser, sevmiyorum seni.
2- bahtin adamımsın
3- sevgilim seviyorum seni
4- haftasonu millerfreshtival'e gitmeli

23 Mayıs 2009 Cumartesi

uzun süredir bilerek takip ettiğim içerisinde güzel sesli ve güzel dudaklı iki kadının, bir adet ukalanın, bir adet de sofunun bulunduğu program bana hani program da çekeriz canım aç kalmayız ya dedirtiyor.

pelin batu neci, hala anlamış değilim yalnız...

20 Mayıs 2009 Çarşamba

yaz tatili mi?
yazlara tatil denebilmesi için bu şiir gibi olmalı...


...
Ben; denizi, zeytinliği ve badem bahçesini tanırdım.
Görüntülerden ılık sütü, kokulardan yasemini ve
limon yapraklarını tanırdım

Ben böyle bir geçmişten gelirdim.

Ben iki dut ağacı* tanırdım.

Ben, onu tanımadan önce o uysal huzura yaklaşırdım.
Yaklaşırdım da bilemezdim.

*İlki bir yokuşun kenarında -inerken sol, çıkarken sağ tarafında-
durur; diğeri sonradan bir bahçenin genişletilen beton duvarı
içine katılarak ayrı düştüğü dar bir toprak yola eğilirdi.



O; yazı, zeytini ve teri tanırdı.

Pirinç rakısında gizlenen saklı nesneyi arardı

Bakışları nar gibiydi, her bir tanesinin biçimi ince
farklarla birbirinden ayrılırdı.

Maria Pavlovitch'in içinden gelen
bir şarkıya benzerdi.

kirpikleri tuzluyken, onları zeytin ağacının incecik
gümüşlenmiş yapraklarına benzetirdim.

Ben, onunla olmadan önce o uysal huzura yaklaşırdım
ama onu fark edip de tanı(ya)mazdım.

Geceleri yanyana uyumaya çalışırken; başımı, göğsüyle
omzu arasındaki kuytuya gömerdim.
Bana sırtını döndüğünde iki kürek kemiğinin arasını öperdim.

Bunları yapardım ama bilmezdim.


O; cevizi, yılan balığını ve mor inciri tanırdı.
Güneşin ve yaşanmış olanın bıçaklanmış anısına yürürdü.

Maria Pavlovitch'in içinden geçen
bir şarkıya benzerdi.

O, suları bilmekten, sormaktan ve elmaları sevmekten
vazgeçmediği zamanlar
ben, onunlaydım.

bakışları nar gibiydi çoktu.

Ben onunlayken o kadardım, ama bunu bilmezdim.

..................................................Monica Papi.......

18 Mayıs 2009 Pazartesi

ya bir de,

izliyorum abi yani ev kadınları gibi cümleler de kurabilirim.
pazartesi akşamları dizim var benim.
mustafayı izliyorum!
Bir yaz akşamı Esra ile balkonda otururken, ona bir sessizlik sonrası, aniden şöyle bir cümle kurmuştum: Hayatı en çok deniz'e benzetiyorum. Dışardan bakıldığında ne kadar basit ve bütün gözüküyor. Ama içine girdiğimizde, derinlerine indikçe parçalara bölünüyor. İşte o günden beri çocukça bir şey düşünüyordum. Peki diyordum, ben hangi parçayım bu denizin içindeki? Az önce buldum bunu. Ben, Ali Teoman Germaner'in deniz kabuklarından birisi olabilirim.

Az önce belgeselini izledim. Kimsin sen sorusuna verecek cevabı olan birisinin kurabileceği tek cümleyi hayalimdeki dedem gibi söyleyiverdi;

Ben ürettikçe varım, dedi.
Üretmedikçe yokum.


Gelecekte, evimde, bu dedenin yaptıkları kadar beni etkileyen bronzdan heykeller olur mu acaba?

16 Mayıs 2009 Cumartesi

*



Bugün artık irdelenmeye başlayan ama hiçbir çözüme ulaşmamış olan uygulama ve törelere göre kadının toplum içindeki varlığı erkeğinkinden çok daha başkadır. Erkeğin varlığı kendinde saklı yeterlilik umuduna bağlıdır. Bu, büyük ve inanılır bir umutsa erkeğin varlığı çarpıcı olur. Küçük ve inanılmaz bir umutsa erkeğin varlığı da önemsizleşir. Bu yetkelilik umudu ahlaksal, bedensel ve yaradılışa göre değişen, parasal, toplumsal ya da cinsel bir umut olabilir. Neyse ki yetkelilik umudunun yöneldiği nesne her zaman erkeğin dışındadır. Bir erkeğin varlığı o erkeğin yapabileceklerini, sizin için yapabileceklerini gösterir. Üretebilir bir varlıktır onun varlığı; çünkü erkek gerçekte yapamayacağı şeyleri yapabilecek yetkedeymiş gibi davranır. Bu yalancı davranış her zaman onun başkaları üzerinde etkili olmak için kullandığı bir yetkeye yönelmiştir.

Bunun tersine bir kadının varlığıysa, onun kendine karşı olan tutumunu gösterir; o kadına karşı nelerin yapılım nelerin yapılamayacağını belirler. Kadının varlığı hareketlerinde, sesinde, fikirlerinde, yüz ifadelerinde, giysilerinde, seçtiği çevrelerde, zevklerinde ortaya çıkar. Gerçekten de kadın kendi varlığına katkıda bulunmayan hiç bir şey yapmaz. Varlığı, kadının kiş
iliği ile öylesine içiçedir ki erkekler bunu bdenden çıkan bit tütsü, bir koku, bir sıcaklık olarak algılar.


Kadın olarak doğmak, ekrkelerin mülkiyetinde olan özel, çevrelenmiş bir yerde doğmak demektir. Kadınların toplumsal kişilikleri, böylesine sınırlı, böylesine koşullandırılmış bir yerde yaşayabilme ustalıklarından dolayı gelişmiştir. Ne var ki bu kadının öz varlığının ikiye bölünmesi pahasına olmuştur. Kadın hiç durmadan kendisini seyretmek zorundadır. Hemen hemen her zaman kendi imgesi ile birlikte dolaşır. Bİr odada yürürken ya da babasının
ölüsünün başucunda ağlarken bile ister istemez kendisini yürürken ya da ağlarken görür. Çocukluğunun ilk yıllarından beri hep kendisini gözlemesi, bunun gerekli olduğu öğretilmiştir ona.
Böylece kadının içindeki gözleyen ve gözlenen kişilikleri, kadın olarak onun kimliğini oluşturan ama birbirinden ayıran iki öge olarak görmeye başlar.



Kadın, olduğu ve yaptığı her şeyi gözlemek zorundadır. Ereklere nasıl göründüğü, onun yaşamında başarı sayılan şey açısından son derece önemlidir. Kendi varlığını algılayışı, kendisi olarak bir başkası tarafından beğenilme duygusuyla tamamlanır.
Erkekler kadınlara karşı belli bir tutum edinmeden önce onları gözlerler. Bu yüzden bir kadının bir erkeğe görünüşü, kendisine nasıl davranılacağını da belirler. Bu süreci önemli ölçüde denetleyebilmek için kadın bunu kabul etmeli ve benimsemelidir. Kadını
n benliğinin gözleyici yanı gözlenen yanını öylesine etkiler ki sonunda tüm benliğiyle başkalarından nasıl bir tutum beklediğini gösterir. Böylece kadının, bir eşi daha bulunmayan bu kendi kendine etkileme süreci onun kişiliğini oluşturur. Her kadının varlığı, kendi içinde 'nelere izin verilip nelere verilmeyeceğini' düzenler. Eylemlerinden her biri -amacı ya da dürtüsü ne olursa olsun- o kadının kendisine nasıl davranılması istediğini gösteren birer simgedir. Bir kadın tutup bardağı yere atarsa bu o kadının kendi kızgınlığını nasıl ele aldığını, bu yüzden başkalarından nasıl bir davranış beklediğini gösterir. Erkek aynı şeyi yaparsa bu, yalnızca onun öfkesini dışa vurmasıdır. Kadın güzel bir fıkra anatılırsa bu, onun içindeki fıkracıya nasıl davrandığını, elbette fıkracı bir kadın olarak başkalarından ne beklediğini gösteren bir örnektir. Fıkra anlatmak için fıkra anlatmak ancak erkeğin yapacağı bir şeydir.

Bunu şöyle yalınlaştırabiliriz: Erkekler davrandıkl
arı gibi, kadınlarda göründükleri gibidirler. Erkekler kadınları seyrederler. Kadınlarsa seyredilişlerini seyrederler. Bu durum yalnız erkeklerle kadınlar arasında ilişkileri değil, kadınların kendileriyle ilişkilerini de belirler. Kadının içindeki gözlemci erkek, gözlenense kadındır. Böylece kadın kendisini bir nesneye -özellikle görsel bir nesneye- seyirlik bir şeye dönüştürmüş olur.


Hani şu, romanik piyanist Liszt de o adamlardan biri değil miydi?

aliye berger, leyla kolukısa.

birbirlerine benziyorlar.


Bu güçlü kadınların aşkları ("aşıkları" diyemem onlar da adam) ellerinden alınıyor.
Kahretsin! Onlar da aşık olamaz mı?
Zamansız ölümler, askere gidişler ve gelemeyişler...
Yetinilmedi. İnanılmaz acılara kafa tutmaları isteniyor.
İçi zehir dolu serum şişelerini susadıkça içti bu kadınlar.
Daha ne istiyoruz!
Sonra dünya tatlısı egoist adamlar,
bu kadınların başlarına tavanıma leşi yapışan sivri sinekler gibi üşüşüyorlar.
Aç kurtlardan farklı mı bunlar? Bilmiyorum. Şu an zor nefes alıyorum ve bize kızamıyorum.

Nasıl bir gözüküş bu?

Bu kadınlara bencilliklerini yaşamalarına izin verdir tanrım!
Biraz gözük.


Ve homoseksüel bir adamın dul bir kadına evlenme teklifi etmesini...
Tamamen aşka bağlamayı seçiyorum.
Nasıl bir aşk mı?
Bilmiyorum, sadece duyduğum kadarıyla, gerçek aşk değilmiş o!




15 Mayıs 2009 Cuma

yapılacaklar listesi (öncelik sırasına göre)

1) Fragman (22'sine)
2) Üç tane kitap yazısı (28'ine)
3) Madam K (28'ine)
4)Ayla Hoca'nın festival ödevi.(29'una)
5) Kısa filmin senaryosu, prodüksiyon araştırmaları, mekanlar. (1 haziran da her şey bitmiş bir şekilde çekime hazır olunmalı, 8'inde teslim (içlerinde en dert olanı bu bence))
6) Jenerik (29'una)
7) Klibin montajı (28'inden itibaren en kısa zamanda yapılmalı)


Bu akşam, yarınki sınav için biraz İnkilap Tarihi okuyacağım. Uyku bastırmazsa erkenden, fragmana yoğunlaşırım.
Haftasonu bir yandan Madam K hakkında düşünürken şu kitap yazılarını bitirmeliyim.

Yahu şu bizim okuldaki festival ne garip bir şey bu arada... ben de iki yıl öncekine gitmiştim. Çok güzel bir redd konseri izlemiştim örneğin... Zaten garip olan, sevdiğim müzisyen geliyor yaşasın festival ortamı insanı değil. Ben orada amaçsızca bulunma arzusunu anlayamıyorum. Geçen bir adam geldi sınıfa kan ter içinde kalmış. Hoca ile fısır fısır bir şeyler konuşuyorlar, henüz ders başlamamıştı. Muhabbetlerine kulak kesildim. Adam, hocam benim kalbim var gibi şikayetlerini dile getiriyordu. Neyse, oturunca sordum, "ne yaptın abi bu kadar" diye? Dans ettim, dedi. Şaşırdım. Nerede dans ettin? diye sordum. E aşağıda, dedi. Aşağıda kelimesinin sonharfini uzatarak söylemişti, orası önemli. Ben de çocuk aşağıda diyince anladım tabii festival alanında dans ettiğini, sanıyorum ki çocuk dansçı, yazık bu sıcakta gösteri yaptırdılar filan... "Dans kulübünde misin, profesyonel dansçı mısın? diye sordum (gayet saftirik bir şekilde). Bir anda adamın surat ifadesi değişti, dalga geçiyorum sandı heralde... O pancar gibi olmuş suratını ekşiterek, "eğlence var ya aşağıda" dedi. eğlencesine dans ettim. hayır kinaye yapmıyordu. Berrin Hoca onu dans ederken görmüştü aşağıda. Nasıl bir olaydı bu! Kalbi olan şişman bir dana hangi amaçla öğle saatinde güneşin altında dans ederek helak ederdi kendisini. Buna eğlenmek denir miydi? Hayatını bu kadar umarsızca riske atmamalı kimse!

Festival zamanı çok daha fazla nefret ediyorum kendi okulumdan, festivali bile sanki varoş çocuklarını "eğlendirmek" için kurulmuş bir lunapark gibi gözüküyor. Aslında okulum sadece gösterişten ibaret olduğunu kanıtlamış oluyor. Sadece gürültü ve gösteriş. Gözdelerin yaptığı şu kitap okumalı protesto eylemine katılamadığım için üzülüyorum.

Ayrıca bugün eve yürürken şunu düşündüm. Ben, hiç bir zaman güzel bir okulda okuyamadım. Şimdi boğaziçi feslefe masterı diyorum. Geçen orasının master sınavına girmiş bir çocukla konuştum. Mülakat'a kadar zor gözükmüyor. Ama bana konuş dediklerinde beni kovacaklarına eminim. Neyse çocuk şey dedi; "Neden boğaziçi istiyorsun orası analitik felsefe gösteriyor". "Master yapmak istiyorum" dedim öncelikle. "Olacaksa da en güzel okul olsun" dedim (lafa bak, çocuk ne dedi ben ne dedim). Sonuçta, içimdeki adam gibi bir okulda okuma sevdası tüm tembelliğime rağmen lakayıt bir şekilde devam ediyormuş.

12 Mayıs 2009 Salı

sex, lies and videotape

bilerek bu filmi seçmemiştim, teknik aksaklıklar çeşitli şansızlıklar sonrasında henüz düzene koymadığım ve balkonda yığın halinde duran dvdler arasından elime bu geldi. Fakat üç saat sonra anlıyorum ki bu filmin fragmanı yapılamaz. Hayır ingilizcesi olmayan hocamın diyalog ağırlıklı bir film fragmanını anlayamayacağı ve bu yüzden düşük not alacağım için değil. Hatta bu şu an aklıma geldi. Esas sorun sahnelerini izledikçe bana saç baş yolduran bu filmin dehası ile ilgili. tırmanıp öbür tarafına geçmem gereken ilk önce bu filmdir.
Düzgün Abi ara sıra gelir bize, hep o arar benimle konuşur. Geçenlerde de dolma yemeğe çağırmıştık...
Rıza Abi den mesaj gelmiş, stajın kesin diyor, benim adamıma iş veremeyecekler ha dağıtırım orayı diyor.
Rıza, Düzgün, Hüseyin. Hüseyin'in kişiliği çok yakın olduğu bu iki adamın kişiliğine benziyordur mutlaka.
Rıza'yı çok hatırlamıyorum. En son O, ben ve Düzgün Abi sinemaya gitmiştik, Capitol'e. Çok küçüktüm, hatta 12 yaşından küçük olmalıyım ki (8, 9 yaşlarında) o zamanlar Capitol'de bir olay vardı ona giremiyordum. Lazer silahlarıyla birbirlerini vuruyorlardı 12 yaşından büyük çocuklar orada, ben de çok istiyordum birilerini vurmayı.

Geçenlerde Hilmi Yavuz'un şiir kitabının içinde bir yazıya rastladım. Hilmi Yavuz onun için önemli olmalı. Şu an elimde tuttuğum Hüzün Ki Bize En Çok Yakışandır İsimli kitap ona yetmemiş olmalı ki kitabın içerisinde bulunan kitapları ayrı ayrı almış. Ama bir dakika. 1990! Diğerleri çok daha eski. Bu kitap sonradan alınmış, alınmak istenmiş, belk aranmış, rastlaşılmış bu kitapla ve alınması gerekliymiş...

Babam para kazanacağım sevdasına (işte belki yanlış bir cümle kurdum onun hakkında yine) sürekli Ankara'ya gidermiş. Hatırlıyorum bir yerlere gittiğini bir haftalığına yok olurdu. Sonra bana getirdiği hediyeleri hatırlıyorum. Tabii ki robot, robotlar. Silahları olan robotlar. Onlarla oynarken yanıma yaklaşıp atalım silahlarını diyen adamın aldığı robotlar, yine de alınırdı.

Babamdan sonra o kadar çok silahlı oyuncak alındı ki bana. O bana actionman benzeri şeyler almazdı (son zamanlarda bu tutumu daha katıydı, hatırlıyorum). Ondan sonra her ay bir actionmanim oldu. Ondan sonra her ay onun yaşamamı istemediği şeyler oldu... Özel okula gitmemi istemezdi sanırım ( bunu anneme sorduğumda "hayır isterdi bence" demişti "en iyi şekilde eğitim almanı isterdi senin.") Simit satmayı öğrenmeli dermiş benim için (bunu anneannem söyledi). Paranın ne kadar zor kazanıldığını bilmem gerektiğinin önemini anlamış, bundan eminim.

Kitabın ilk sayfasına tarih atmış: Ankara / Esenboğa 07.05.1990

Ben iki yaşındayım. Çengelköy'deki evde uyuyor olmalıyım. O evi bir ara görmeliyim.

Bu kitap Ankara'da alınmış orası kesin. Ama havaalanında mı alınmış yoksa havaalanına gitmeden mi? Bilemiyorum. Sonuçta, havaalanına giderken ya da orada belki uçakta bütün kitabı okumuş olmalı babam. Çünkü az sonra yazacağım yazıyı yazdığı kalemle baştan itibaren şiirerin bazı mısralarının altı çizilmiş. Önemli şiirlerin başına ve sonuna işaret konmuş. Örneğin bir şiire işaret koymuş ve bazı yerlerinin altını çizmiş.

inançsız +

açılır gecesi inançsızların
tanrı sarı bir çiçektir
(sonraki iki mısranın altını çizmemiş)

(önceki iki mırsanın altını çizmemiş)
uzakta olduğumuzu köprülerden
atlar nereden bilecektir

mavi kuşlar çiziyor biri
eli değdikçe camlarına ( evet, bütün bir kıtayı çizmiş burada.)
avcılar doğrultup namlularını
nasılsa bir bir düşürecektir.

ve o yazı:

Belki de tek motivasyon yaşama dair.
Durduk. Uçağa çıkıyorum.
..
IŞIL'A VEDA!
THY OTOBÜSTEYİM
UÇAĞA GİDİYORUZ.
07.05.1990
çok sevdim.

Doğunun Gurbetleri isimli şiirin üstüne yazılmış yazı böyle ve el yazısı babama ait.

"Ben senin istediğin gibi bir evlat olamadım sanırım. Ama sen, tam benim istediğim babaymışsın."

Hilmi Yavuz'un "Gizemli Şiirler"i gibi... Gizemli.
(bilmiyorum, belk yine yanlış bir cümle kurmuş olabilirim onun hakkında.)


11 Mayıs 2009 Pazartesi

Felsefecilerle olan son toplantıda bir ara Lynch tartışmıştık. Konu Lynch olunca ortak bir noktada birleşip kapanmıyor (gerçi o kadar çok konuşuyorlar ki bir konuyu kapattığımızı hatırlamıyorum) ama son olarak şunu sorduğumu hatırlıyorum; nasıl oluyor da bu adamın filmi bana hiç bir şey anlatamamasına rağmen beni oturduğum koltuğa çiviliyor ve ben gözümü kırpmadan nefes bile almadan o filmi izleyebiliyorum? (inland empire)

Bakalım o ne demiş...

Hiç kimse kendini tekrarlamayı sevmez ve aynı şeyleri yapmaktan hoşlanmaz. Fakat herkesin kendine has zevkleri esir olduğu duyguları vardır. Öncelikle bunu kabul etmeliyiz. Her film yönetmeni bir gelişim, bir değişim yaşar. Fakat bu gelişim süreci uzun bir süre içinde gerçekleşir. Yani sanıyorum ki her şeyi oluruna bırakmalıyız. Mesela ben çok değişik tipleri, çok özel konuları seviyorum ve benim de bazı saplantılarım var. Örneğin fiziksel temasla ilgili her şey beni büyüler. Bu nedenle filmlerimin çoğunda aynı şeylerin sık sık tekrarlandığı görülür. Blue Velvet, Twin Peaks, Lost Highway' deki kadife perde gibi. Fakat bu asla planlanmış bir şey değil. Bunu her zaman sonradan gerçekleştiririm. Bu konuda hiç de kafa patlatmaya değmez. Yani kendiliğinden oluşur ve yeri gelince kullanılır. Eğer gerçekten aşık değilseniz hiçbir konuya hevesle girişemezsiniz: Bazı kadınlar sarışınları sever ve esmerlerle ilişkiye girmekten kaçınırlar, ta ki hayatlarını değiştirecek esmere rastlayıncaya kadar. Sanıyorum ki bu sinemada da böyle. Bİr film yönetmeninin seçimleri onun saplantılarına bağlı kalıyor. Ancak bu onun sakınması gereken değil, aksine üzerine gitmesi gereken bir durum. İnsan kendi saplantılarını bilmeli ve onları kabullenmeli.


Sofokles, baba.

"En iyimser hesapla, rastlantının lütfuna bağlı, içgüdüsel güçlerine güvenen bir takım dahilerin berbat piyesler yazmış olduklarını sizlerin de kabul edeceğine inanıyoruz.
Bir insan, gerçekleştirmeyi düşündüğü önemli tasarısını, içine doğduğu gibi, hissettiği ve dilediği gibi değil, bilgi ile gerçekleştirebilir."

10 Mayıs 2009 Pazar

akut gastrit

aşırı stres, soğuk algınlığı ve zehirli bir tantuni bir araya geldiler, emek temalı bir hikaye bulmama engel oluyorlar... yarın ayla hoca'nın yanına eli boş gidersem bu hastalık bir sonraki safhasına geçecek kesinlikle...



7 Mayıs 2009 Perşembe

Levi, baba.

bana "aferin çok güzel bir metin bu" dedirttin de ne oldu yani, so what?

ha bir de

"idealistsin!" dedi bana.

olsun lan nasıl bir huzur nasıl bir aydınlanma idi yaşadığım. sonra telefon geldi, dedim ki o klibi götünüze sokun. az önce nasıldım şimdi nasılım dedim ikinci defa.

midemdeki sızıyı tembel bir öğrenci olmama bağlıyorum.

5. romanımda yapmam gerekeni şimdiki halimle yapmamalıymışım, neyi biliyorsam onu yazmalıymışım.
ödevimi zamanında teslim etmeliymişim.
kontör almalıymışım.
tam da onların istediği gibi, dünyanın en yüzeysel şarkısına klip çekmemeliymişim.

midemde bir yanma var ve an itibarıyla burnuma blendax kokuyor.

6 Mayıs 2009 Çarşamba




"Hiçbir günah hiçbir yarın hiçbir el ilanı hiçbir söz hiçbir gün hiçbir öpüş ve kendini hatırlatma hiçbir avlanan yaban biliyorum hiçbir ayak kayması
hiçbir daha rahimdeyken kutsanan insanla hiçbir ense kökünden yükselen felç biliyorum böyle olmadı. altında kalanlarla

Hiçbir duvar bu denli kusursuz yıkılmadı"

Monica Papi

cuma günü iki çift laf edeceğim vardır bu kıza!

jöle

şimdi size jan jöne'nin kim olduğunu anlatsam... ve birazdan bu kapıdan içeri gireceğini söylesem... hepiniz kaçacak yer arardınız.

3 Mayıs 2009 Pazar

bulmak fiili iki farklı kelime ile özdeşleşmiş durumda.

beklediğini bulamamak
aradığını bulamamak

ve ikisini de bulamamak çok sinir bozucu gerçekten.

ve bu sinir ile yarın sabah okul dönüşü kütüphanemi düzenlemeye karar verdim.

yazarı / türü / kitabın ismi böyle bir liste yapacağım. böyle bir liste sayesinde kitap sayımı da yapılmış olacak. düşündüğümden az kitap çıkacak ama bu liste sayesinde bilmediğim isimleri öğreneceğim kesinlikle. bir de her kitaba şu * can kolukısa * damgası basacağım. hepsini tek başıma yapacağım gözde bitmiş halini gördüğünde daha çok kıskansın. büyük itimal sığmayan kitaplar olacak onları da düzenli bir şekilde yere dizeceğim en kısa zamanda bir çare bulunmalı... düşündüğüm şey türlere göre mi ayırsam, soy adına göre alfabetik sıra mı yapsam... nasıl olur ki bu işler bir araştıralım yarına kadar... olasılıkla gece yarısına doğru ve tozdan boğazım düğümlenmiş bir şekilde duşa girebilirim.

ama şu olay yarın erken kalkıp okula gitmem içinde çok nüyük motivasyon.

29 Nisan 2009 Çarşamba

annesinin oğlu babasının kızı

Ahmet, Güzin'e nasıl yaklaşmalı?
öyle usul tanışma anları yaratmalıyım ki afedersinizden farklı olmamalı...

Kelimeler değil olabildiğince öznel anılar araç olabilirler örneğin.

geçen ayla hoca karakterelerinizle duygusal bağ kurmanız gerekiyor dediğinde hıh yaptım. neden ki o sabah, otobüste son sahnesini yazmıştım aklıma hikayenin.

Ahmet konuşacak, Erol susacak.

a)sana bir iş bulalım, araştıracağım çevreden...
e)tamam, sağol.
a)takılma o oğlanlara artık...
e)hıhı
a)okul kaydını yenile bu dönem, bitsin bir an önce.
e)tamam
a)güzel, vize işlerini ben halledeceğim, bayram tatilinde gideceksin Deniz'in yanına.
b)tamam
a)annenle evlenmek istiyorum.
b)tamam

gibi bir şey... danışıklı dövüş - alış veriş.

annem biz malmıyız dedi ana fikirden bahsedince.
kötü bir şey değil bu. kelimelerin baktığı tarafa bakmak lazım bazen, yüzlerine bakıp dinlemek lazım onları. Siz sürekli duyduklarınızla yetiniyorsunuz böylece kelimeler kulaktan kulağa oyununda olduğu gibi eğrilip büzülüyor sahip olabileceği nice anlamı sahiplenmelerine izin verilmiyor.
o yüzden bu bir hakaret olmayacak tam tersine kadınlar daha çok sevecek bu öyküyü eminim.

biz romantik köpekler kötü olamayız ki! Görmüyor musunuz bizi bencil oğullarınızı (babalarınızı) süregelen bir alışveriş sistemi ile var etmeye devam ediyorsnuz sadece. Bir köpeğin sahibine muhtaç olduğu kadar muhtacız size, böyle mutluyuz.

28 Nisan 2009 Salı

blop

en sevmediğim ses: yatağımda kitap okumaya dalmışken, klozetin içindeki suya çarpması ve yolunu bulup artık kanalizsyona doğru seyahate çıkması gereken, olasılıkla kısa ve kalın bir dışkı parçasının, sorumsuzca açık bırakılmış tuvalet kapısından geçerek, talihsiz bir şekilde açık kalmış kapımdan odama girip, romanın en cesur paragrafına düştüğü anda duyduğum sestir.

27 Nisan 2009 Pazartesi

byronic

İlk önce kime uğracayacağımı sonrasını sonrasını teker teker düşündüm ve sonu gelmedi. Ama bir sonu olacaktır elbet ve az önce tuvalette aklıma geldi. En son Lord Byron'ı bulurdum. Yer misin yemez misin yer misin yemez misin. Bütün Osmanlı'nın intikamını bu çok sevdiğim aktivist adamdan alırdım.

25 Nisan 2009 Cumartesi

astral seyahat diye bir şey varsa, orada ölüleri görebilsek, konuşabilsek... bu seyahate çıkabilmeyi çok isterdim. babamdan önce özge'yi bulurdum. özge derdim; özge dirik neden öldürdün kendini?

kafamdaki beş soru cümlesi, bir cevapla, on kat aşağı düşerdi.

14 Nisan 2009 Salı

There's something wrong with me chemically
Something wrong with me inherently
The wrong mix in the wrong genes
I reached the wrong ends by the wrong means
It was the wrong plan In the wrong hands
The wrong theory for the wrong man
The wrong eyes on the wrong prize
The wrong questions with the wrong replies

şu şarkı şey diyor: beni sürekli dinle tam olarak anlamadın! Albümdeki diğer şarkılara geçebilmiş değilim bunun yüzünden.

13 Nisan 2009 Pazartesi

ben bir şeytanım.

işime gelen, çıkarımı güden şeylerin hepsi de beni mutu etmiyor. mutlu olacağım şekli ona söylemeliyim. Onunla yazın bir haftalığına datça'ya kaçmak istediğimi, vücudunun her yeriyle beni tanıştırması gerektiğini açık ve seçik söylemeliyim. kafamdaki karakterlerin sosyolojik konumlarını belirlerken ona danışmalıyım, ona şiirler okumalıyım. bir hikaye tamamlamalıyım orada onunlayken. Akşam sarhoş olmalıyız. yalnız olmalıyız! Endişeler İstanbul'da kalmalı. Endişeler İstanbula yaraşır. Bütün evhamların şehri İstanbul.

Beni mutlu edecek olan şeyler. Hiç biri de işime gelmiyor. Gerçekleşmesi durumunda hayatımın içine sıçacaklar büyük bir ihtimal. Bilinmez yollarda bulacağım kendimi, halbuki üretebilmem için önümün açık ve her istediğimde sevgilimin suyumu getiriyor olması gerekmez mi? Düşünüyorum.

3 Nisan 2009 Cuma

bak işte bu!

anneannem odama gelip yatağını toplayayım bari dediğinde dikkatimi dağıttığı için ona kızdım, sonra e gelmeyeceğim dedin ya bu akşam diyince, ha tamam dedim. İşte istemeyerek de olsa odamı temizletmemin nedeni de bu, ismini başkaları koysun bunun ama bu diyorum ben ona. Bu, midemi bulandırıyor.

odanı sen temizle yatağını topla, hayır, e dahil olmasını istemiyorsun başkalarının hayatına ama hiç de öyle istiyormuş gibi davranmıyorsun. Al işte Muslukçu'nun önermesi!
Sezer Abla, odama giriyor, temizlemek için. Bazen yerleri bile değişmiş bir şekilde kitaplarımı, iç çamaşırlarımı, çoraplarımı, prezervatiflerimi, fotoğraflarımı, duvardaki yazılarımı... Annem odamın kapısını çalıp girebilirken Sezer Abla elini kolunu sallayarak giriyor ve kişiliğim, ideolojim, zevklerim, hobilerim neredeyse bütün bir beni deşifre edip gidiyor. Neden buna izin veriyorum. Okumamış anlamaz, umursamaz diye mi düşünüyorum. Ben onun evine bile gitmedim.

Az önce gördüm onu bana seni biliyorum dermiş gibi hafifi sırıtarak baktı. "Teşekkür ederim sezer abla" dedim. "odamı ancak en adam edebilirdin"

1 Nisan 2009 Çarşamba

çekim günlüğü "son"

pazar günü içime sinmeyen performans görüntüleri bugün tekrarlandı, ve bütün görüntüler içime sinmiş bir şekilde, bütün çekimler sona erdi artık. şimdi montaj zamanı. yarına, ödevim varmış, umursamıyorm pek. biramı açıp amele yanıklarımı kaşıyıp maç izlemek varken...

31 Mart 2009 Salı

tuvalette bir şeyler okumaya daldığında bacaklarım kısmen felç oluyor. bir şeker icat etsinler tadı güzel olsun, bilmiyorum işte bir şekilde 39 dakikaya kadar bacaklara gelen kısmi felci engellesin.

29 Mart 2009 Pazar

çekim günlüğü tutacak hal mı kaldı

27 Mart 2009 Cuma

1. çekim gününden sonra

Tecrübenin yaptığım işte ne kadar önemli bir faktör olduğunu ve tecrübenin başarı ile ne kadar doğru orantıda olduğunu anlıyorum giriştiğim her yeni projede.

Hava tam istediğim gibiydi, çekimler güzel odu bence, umarım gözden kaçırdığım hatalar çok değildir, bir iki tane olsun yeter ama mutlaka birkaç detay atlamışımdır.

neyse, sabah 10 gibi başladığımız çekimler 2:30 da bitti, dün çok az uyuyabildiğimden çok yoruldum. şimdi birşeyler yemeli sonra da uyumalıyım. Sonra kalkıp yarınki çekim senaryosunu yazacağım.

Vokal tekrarlarda hiç mızmızlanmadı, özlem yapamayacağını düşünse bile hemen rolüne bürünmeyi başardı, deniz balıkçı rolü için biçilmiş kaftanmış onu anladık.

sevgilim iyi ki geldi, time code tutma görevini üstlenerek yükümüzü hafifletti, su gibi bir çekimdi yani akıp gitti,

Bugün bana cesaret verdi yarınki çekimler daha güzel olacak!

ya bir de şu cihat'ın boşboğazlığına kanıyorum, ona katılıyorum, sonra yok abi bize gelme ben uyuyim biraz, diyince trip yiyorum. sonra vicdanım rahatsız oluyor. olmamalı ama bu olayı tahlil etti iyice ben kafamda gayet masumum yani. kötü olan tek şey benim o cümlemin onun şu cümlesinden sonra gelmesiydi: "abi sizde yemek varmıdır ya çok acıktım."

hadi bakalım yarınki çekimlere dila gelecekmi can ile selçuk laf sokacak mı filan diye düşünüyorum şimdi de. Ne saçma sapan şeyler. dur selçuğu arayayım. sonra yemek söyleyeyim kendime.

26 Mart 2009 Perşembe

yarın sabah erkenden çekim var ama bu gece uyku yok heralde bana...

şu üç günlük zaman diliminde çekim günlüğü tutmak istiyorum ve başlıyorum;

Çekim sabahından önceki gece

yardımlaşma, kolektivizim... yardımedecek kimseyi bulamazken deniz'in çat diye çıkıp bana motivasyon kaynağı olması ne güzel bir şeydi. Tam beş günde senaryoda gereken her türlü malzemeyi eşyayı ekipmanı bulduk, artık herşey hazır. O olmasa olamayacaktı gibi geliyor şimdi, set amirim, prodüksiyon şefim ve yönetmen yardımcım, aynı zamanda oyuncum oldu.


her zaman klip çekmek istemiştim. şimdi ise, sanki bütün sahneler kusursuz planlarla ve devanlılıkla çekmişim gibi montajını düşünüyorum. Klipten sonra çekeceğim programın senaryosunu düşünüyorum.

yarın hava yağmurluymuş, yani hafif yağmurlu, yine de moda'da stüdyoda bekleyeceğiz. Güneş açacak içime doğuyor. bütün moda çekimleri cumartesine kalırsa zor olacak. Yarın uyandığımda güneşli bir gün ile karşılaşırsam sadece altı sahnemiz var çekmemiz gereken. Aslında düşünüyorumda yağmur işimize çomak sokmazsa kusursuz bir çekim ajandası yapmışım.


Sahneleri uzun çekmeliyim. Bir de hangi ayakkabımı giysem? Adidaslarımı giyeceğim. hafif ve rahatlar.

bugün sinirli bakışlı bir çocukla karşılaştım erkan hocanın masasının orada, son sınıf galiba. gel dedim çekime gelir mi acaba adı neydi? Çağlar. oha! üçüncü tekil şahısta isim çok nadir sanırım.

Neyse can'dan da şüpheliyim, ama cihat gelecektir.

O değil de cumartesi günkü çekim için dila ve selçuk can ile takışmazlar umarım da bir tatsızlık çıkmaz. konuşmalıyım bu konuyu selçuk ile.

o da değil de içimden bir ses vokal yarın bir huzursuzluk çıkarmaya çalışcak...

o hiç değil de yarın şöyle bir hava olsun; yerler hafif ıslak yukarda ara sıra bulutların arasından kafasını çıkaran bir güneş! Bu gün yediğim çilekli turta kadar güzel olsun hava yarın kısacası. Tam istediğim gibi...

23 Mart 2009 Pazartesi

20 Mart 2009 Cuma

ve sonunda klip senaryosunu yazıyorum, fikrim hoş bence, gitariste anlattım çok beğendi (gerçi o ne desem beğeniyor gibi asıl önemlisi o vokal ne diyecek, ne diyecek mis gibi hikaye yazdım). ya peki iyi güzel de çat diye tarkın'ın dön bebeğim şarkısını açmam, sonra yan flütlere hayran kalmam ne alaka? tarkan ne yapıyor acaba şu anda? o değil de spielberg ne yapıyor acaba şu anda? woody allen kesin sevişiyordur! neyse senaryoya geri döndüm.

thirst




17 Mart 2009 Salı

madem ki yoğun başım,

set the fire to the third bar
red morning

bu şarkıların o tuhaf kokusu var hani kokladığımızda bize geride bıraktığımız bir parçamızı anlatır bir daha tekrarlanamayacak mizansenleri, rastlantıları... olsun madem ki yoğun başım ve oldukça telaşlıyım...

bir yatım olmasını istiyorum. akdenize açılmak istiyorum. Efe isminde bir arkadaşımın teknesi vardı onu kıskanıyorum şu anda. sanırım ilk defa keşke zengin olsam diyorum.

bir yatım olsaydı. erkek gibi bir kadınla bir yaz boyunca açılmak isterdim denizlere. kitaptaki gibi.

ama önce yapmam gereken şeyler var. grizu'ya kağıt üzerinde bitmiş bir klip götürmem lazım salı gününe. perşembeye ödevim varmış neydi? iki yönetmeni karşılaştırmamızı istemiş hoca, unuttum şimdi, cuma erkan hoca programın senaryosunu istiyor. kaba taslak bir şey yazacağım. keşke daha yetenekli ve zeki olsaydım. o zaman tam olurdum. daha az çalışmam gerekecekti 2 saatte müthiş fikirler bulurdum. yok böyle bir şey saçmaladım az önce.

düzgün abi aradı, hikayemi okumuş, 3 şey söyliyeceğim dedi, söylediği üç şey de gerçekten hikayemin en belirgin hatalarıdır. 1- paraya iltimas edilmez, tamah edilir. 2- kurgunu basit buldum (anlamayanlar da olmuştu dedim içimden.) 3- çok yazmışsın. En çok, çok yazmışsın bana koydu. Yoksa atilla ilhan'ın mario levi'ye dediği gibi bende de romancı tipi mi var.

hahahaha

bir de dediki hala çehovdaki tadı bulamıyorum.

yatta geçen bir hikaye yazmak istiyorum ben de. bir adam ve bir kadın olsun. lütfen, hiç konuşmasınlar.

lie down on the
cold ground and i...

yok aslında şöyle; ben henüz kafamda kurduğum cümlelere kıyma aşamasına gelemedim. bunu biliyorum.

parayı düşünüyorum bu aralar. cihat ki gördüğüm en geveze en kaba ve en pis ve kafası en çalışan ve en zeki ve en egoist ve aslında grizunun vokaline laf etti egoist filan diye lan sen daha egositsin! ama bu kötü bir şey değil diyecektim. demedim. Grizu'nun vokali ayrı bir hikaye zaten, hiç bulaşmıyorum ona, ben işime odaklandım. tokyo diye bir film izlemiştim if de. filmi oluşturan üç kısa filmden biri bok diye bir şeydi. ondan ilham alabilirim klipde. ayrıca vokali oynatmayacağım efendim! o oyuncu neydi ismi, kartal'ı oynatabiliyorsak, ne jokeri gibi makyajı ne o bilindik gülümsemesi!!! dördüncü ünlem. oha popülist espriler yapmaya başladım blogda. zaten facebook a durduğum tavır da çürüyor şu çektiğimiz program yüzünden! işte iki gündür sürekli ateş eden bir makinalı tüfeği (cihat) yanımda taşıyormuşum gibi hissettiğimden (bunca işimin arasında programı facebook a koymakla uğraştım) bu "yatla açılsam denizlere" muhabbetlerine girdim aslında. ve bunu gözde fark etti şey dedi; sen cihatla çok sıkıldın di mi iki gündür dedi, yok ya nerden çıktı dedim. "e baksana sakin bir tatil filan..."

yat almak için parayı değerlerimin arasına alıyorum. ki oraya çok yakıştı zaten.

peki hangisinden vaz geçeceğim.

ilk önce şöyleydi: kusursuzuk
haz
kalite
tutku
takdir
şimdi takdir i yok ettim. sanatsal faliyetlere ara veriyorum! para geldi yerine. bak bak, duyan da haftada bir şaheserler yaratıtor sanar.

şaka maka "tutku" nasıl da sırıtıyormuş içlerinde. hırs olsaymış. o zamanda insanlıktan çıkarmışım! neyse bu kadar kafaya takmamam gerek. annem öksürüyor içerde. bu değerlerimi onun yaptığı uzun bir test sonucu keşfetmiştim. tuvalete kalktı.

geri yattı.

ben de yatmalıyım.

dur,

ne demişti cihat. "sen her sabah havyar yemeğe bir alış bakalım... vaz geçebilecek misin?"

yok lan valla ben sadece yat istiyorum. havyar yiyen popülist espiriler yapsın, kendi espirisine gülsün!

8 Mart 2009 Pazar

soyutlanma dedim bunun ismine. hepsi howard roark yüzünden. Kaos, atlas silkindiyi okurken sen de okumalısın bu kitabı hayatımda gördüğüm en objektivist insansın demişti, sonra objektivist nedir onu açıklamış ve tartışmıştık uzun uzun, ben karşı çımıştım. Şimdi bunalım depresyon ne derseniz deyin. Ayn Rand kafamı kurcalıyor.


2 Mart 2009 Pazartesi

nereye belli olmaz.

Msnde taşınıyoruz dedi.
"Mümkün mü?" dedim eski zamanlardaki muzur ifademle, "Nereye?" diye yazdım. Bir fark yok gibi duruyor arasında ama belli olmaz. Belli olmayacağını fark ettim artık. Korktum, "ne zaman taşınıyorsunuz?" diye mail attım, annem yemeğe çağırıyor deyip offline olmuştu.

Hep gitmek istemiştim o eve. Piyano varmış bir köşesinde mesela, çalmak istemiştim. Rüyamda görmüştüm bir keresinde, piyanonun önünde uzunca bir yemek masası vardı, kimler vardı başka bilmiyorum ama çok doluydu, doluyum. Kolay bir parça seçmeliydim diyordum. Mozart çalarken tıkanıyordum, tıkanıyorum. Hep tanışmak istediğim babasıyla kavga ediyordum, şimdi gülüyorum. Kızınız Orhan Pamuk da okumalı diyordum, yazar kime denir bilmiyorum. Babalardan nefret ediyorum, söyleyemiyordum. Zaten her şey rüyalarda, sıkı sıkıya kapalı kafataslarımızın içerisinde oldu ve bitiyor mu? Belli olmaz. Rüyalar ve gerçekler geçen her gün daha net bir şekilde ayrılıyorlar birbirlerinden. Koca ağzını açmış kahkaha atarken göreceğim onu 30 yıl sonra, her şey düzelecek.

1 Mart 2009 Pazar

kulak pamuğu alırken bakmak lazım dedim saçmalama dedi, döndürdüm arkasını kutunun, al işte sarı sarı bir kaç tanesi! bu süpermarketin elemanları geceleri kulaklarını karıştırıyorlar mı?

22 Şubat 2009 Pazar

geçen sene üç tane çok güzel amerikan filmi izlemiştim (no country for old men, there will be blood, the assassination of jesse james by the coward robert ford). Bu sene ise yani bugün, hiç heyecanlı değilim oscarlar için. Slumdog veya benjamin hiç fark etmiyor. bu akşam yapılacak en güzel şey hayatın kaynağına başlamak.

19 Şubat 2009 Perşembe

burcu'nun dediği gibi oldu,
beklemediğim bir anda bir mail aldım. Monica, Gözde'nin bölümden arkadaşı bana bir mail yollamış.

İlk önce hikayem hakkında bir geri dönüş olduğu için sevindim, daha sonra okumaya devam ettikçe şaşırdım, etkilendim. hayatımda okuduğum en güzel eleştirilerden birisiyidi.

Eda ve Burcu sanırım bu blogu bir tek siz okuyorsunuz, Eda, sen zaten anlamıştım biliyorum ve Burcu, sen de okuduğun zaman anlayacaksındır eminim. Neden ki özellikle benim gibi yeni yetme yazarların anlatmak istediğini anlamak için belirli faktörler özellikler gerekli değildir. Bence, sadece kendini vererek, özenerek, ciddiyetle okumak yeterlidir. Fakat önerim; hikayemi okumadan aşağıdaki eleştiriyi okumaman.


Kendime hep şöyle söylerdim; "bu hikayeyi seviyorum, edebi kalitesi yüzünden filan değil sadece amacına ulaşmış mütevazı ve zeki bir hikaye olduğuna inanıyorum". Ama başkaları okuduğunda tek bir cümle duydum şu ana kadar "anlamadım". ve üzülüyordum bu yüzden. Ben marjinal bir şey yazmak istememiştim herkesin anlamasını istemiştim, bir derdim vardı, o herksin derdi olabilirdi kısa bir süreliğine ve bunu beceremediğimi düşünüyordum. E peki anlayanlar ne olacaktı? Demek ki becerdiğim yanları yok değildi, insanlar bu hilkayenin akıcılığına mı ki bence akıcı değil özellikle başları, yoksa basit gramerini mi beğendiğini anlayamıyordum çünkü hikayeyi anlamadıklarını biraz ağızlarını aradığımda itiraf ediyorlardı. Olumsuz eleştiriden asla korkmuyorum. Tam tersine seviyorum, beni harekete geçiren olumsuz eleştiri oluyor.

Gözde, sürekli Monica'dan bahsederdi, onun entellektüel olgunluğa erişmiş olduğunu düşünürdü
ki bunu hocalar da söylemektelermiş. Monica, sanki benimle birlikte yazmış öyküyü, bütümn adımları benimle birlikte atmış. Onun bütün meteforları, simgeleri, nüansları anladığına eminim ki bunu ispat ediyor eleştirisiyle.

şimdi, asıl soru nedir? aklım çok karışık!

"anlamadım" olumsuz eleştiri midir?

annem orhan pamuk'tan, nuri bilge ceylan'dan bahsetmeye başladı sinirim bozuldu. benim yaptığım post modern bir iş değil, minimalist hiç değil! Ben bunu aşık ve seçik anlaşılabileceğini düşünüyordum. Neden iki kişi anladı. yolladığım insanların hepsi okuyan düşünen insanlardı zaten! Bu yeterli değil midir, ben neyim ki? Ben, Monica kadar iyi felsefe yapamam bile.

Neyse,
Pazartesi, gözde; "kantinde oturuyorum yanıma gel" diye aradı, gittiğimde yanında monica da vardı. Gönül Çapan'a vermek üzere yanımda taşıdığım hikayenin çıktısını bir anda içimden gelip monica'ya vermiştim. Aslında içimden geldi demek yanlış olur onun şiirler yazdığını edebiyatla uğraştını biliyordum gözde ondan övgü ile bahsediyordu hep. İşte burada karanlık bir taraf var, pis bir koku geliyor burnuma, benim yapıtlarım edebiyatla uğraşanlara belirli bir zeka ortalamasında olanlara (haşa) ya da felsefe okuyanlara (entellektüel lafına inanmıyorum!) yönelik değildi. ama bir de böyle biri okusundu, bir de monica okusundu bakalım. ne diyecekti! İşte diyeceğini demiş!

Şimdi, sizinle beni bu kadar mutlu eden eleştiriyi paylaşmama izin verin. Geldiği gibi copy paste yapıyorum, yazım hatalarını bile düzeltmek gelmiyor içimden.



Biraz geç yazıyorum kusura bakma. Ne zamandır yazacağım aklımdakileri. Öyküyü okur okumaz sana geri dönmek istedim, ama fırsat bulamadım bir türlü.
Öncelikle söylemeliyim, elime aldığımda çıktıyı böyle bir metinle karşılaşacağımı ummuyordum. Sıkı bir öykü çıktı karşıma
Hep bir sonraki sayfada olacakları merak ederek okudum öyküyü. Muslukçunun geçmişini merak ediyor önce okuyan, sonra olaylar geliştikçe içinde bulunulan şimdiki zamanın bize getirecekleri, hep bir sonrası bekleniyor ama ilk başından bizim yanımıza katılmış olan “muslukçunun öncesi”ne dair merak baki kalıyor. Muslukçunun geçmişine dair hiçbir şey verilmiyor değil, fakat parça parça. Biz de hep onu tamamlamaya, şimdinin verileri arasına serpiştirilmiş geçmişe dair ufak parçalardan bir bağ kurmaya çalışıyoruz.
Necati karakteri, Muslukçu ile olan diyaloglarından veya Muslukçunun iç sesinden şekillenen bir karakter. Bunlardan hareketle çiziliyor ve bu da öyküye eklemlendiği yer ve kurguda üstlendiği role göre yeterli bir ağırlıkta yapılmış. O kadarı bize yetiyor. Çünkü bizim asıl derdimiz Muslukçu ile kurduğumuz ilişki oluyor. Diğer karakterler sanki onun iç dünyasının parçaları oldukları ölçüde işe yarar nitelikteler ve değerlerini böyle bir yerden kazanıyorlar. Asıl olan Muslukçu, onun iç sesi, onun iç dünyası.. Konuşmuyor olması dolayısıyla dış dünyanın tahakkümünü aşıp geçen böylesi büyük bir iç dünya kurulu değil bu karakterde. Okuyucu böyle bir yanılgıya da kapılabilir fakat asıl meselenin tam da burada yattığını görmek önemli bu öyküde bence. O iç dünya zaten hep, o bizim hiçbir zaman tam olarak bilemediğimiz, bazı parçalarını bilip, kimi yerleriniyse ancak kestirebildiğimiz geçmiş zamanda da büyüktü ve dışarının söz geçremediği bir bağımsızlıktaydı. Kendini kıstırılmış hissettiğinde iç sesiyle daha da zenginleşeceği için dışarıyı tamamen iteleme, dışarıdan çıkma ve içeriye geçme, sadece içeriye ait olma durumunu seçme söz konusu. Konuşmayı reddetme ve onu bir bıçak gibi kesme böyle bir karşı çıkışı içeriyor. Bu konuşmama durumu bir kaçış değil, kendini gerçekleştirme ve kendini bu şekilde ortaya koyma durumu.
Sadece Necati’nin değil, öyküdeki diğer karakterlerin de Muslukçunun algısı üzerinden şekillenmiş biçimlerini biliyoruz. Burda benim için önemli bir bağ daha kuruluyor –başkaları için kuruluyor mu bilemem - : Öykünün adı da Muslukçu. Bize ilk başta vaadettiği sadece bir “Muslukçu”, daha ötesi değil. Bize bir muslukçu çizecek, onun dünyasını sunacak. Ötesini bu yüzden beklemiyoruz ve merak duygumuz da hep onun yapıp etmeleri üzerinden şekillenmeye başlıyor. ( Ayrıca –kurduğum bu bağ dışında- öykünün ismini çok sevdim. Çünkü muslukçu sözcüğünde hem “halk tabiri” denilen bir biçim saklı –çünkü tamirci denmiyor genelde-, hem de sanki eskiye ait bir şey var bu sözcükte ya da bana öyle geliyor, bilemiyorum. Öykü de zaman dışı. Hatta eskiye ait bir hikaye bile olabilir dedirtiyor insana. Bizim yüzyılımıza ait bir gönderme yok.)
Remziye de yine Muslukçunun algı gözünden geçip bize tanıtıyor kendini. Adile ise betimlemeler bakımından diğerlerinden kayrılmış bir konumda. şte asıl bizim muslukçunun iç dünyasının ahengi, gücü ve neler yapabileceği, tüm düşgücü serimleniyor. Bir kadını aşk gözüyle betimlemenin estetiğini tüm doyuruculuğuyla okuyoruz ve bu hep böyle sürsün hiç bitmesin istiyoruz. Belki de başından beri merak duygumuzu körükleyen muslukçunun dışına ilk defa burada itiliyoruz başka bir karaktere gözümüz kayıyor fakat o esnada farkediyoruz ki biz daha da Muslukçunun içine itilmişiz. “Hayır, bir dakika” diyoruz biz deminden beri bir Adile tanımıyoruz, Muslukçunun Adilesini öğreniyoruz. Muslukçuyu en doğal hallerinde röntgenliyoruz: Ani alınan kararlar, kendini tenkit etmeler, heyecan, elini kolunu nereye koyacağını şaşırma, alınan büyük boy aynası, zaaflar, zayıflıklar, güvensizlikler, sonrayı bilememe, cesaret ve cesaretsizlik...
Bana kalırsa, okuyucu bu hissi kaybetmezse ya da bir yerinden yakalayabilirse Muslukçunun kurgusu içinde olduğu hissini, asıl yaratıcının hamlesi daha anlamlı gelir. Senin bu öyküde yaptığın hamle öykünün artık bizim için olağan hale gelmiş doğal akışı içinde, hem de olaylar tam da en zirveye tırmanmışken aniden yaratılan büyük sessizlik (duşta tazyikli suyun altındayken suların aniden kesilmesi etkisi ). Hikayenin aslında bir hikayeciye ait olduğu, ve okuduğumuzun da o hikayecinin hikayesi olduğu gerçeği, ağzını bıçak açmayan Muslukçunun kurduğu o büyük içsel dünya ile bağdaşıyor. Sanki okuyucu önce birinin üzerinden bir dünya okumasına alıştırılıyor ama sadece bu bir sonraki adıma geçmek için bir alıştırma . Çünkü o kuruludünya aslında bir başkasının kurulu dünyası: Hapiste olan bir hikayecini. Biz başından beri bize verili bu dünyanın sularında gidip gelirken yer yer boğulurken, sürüklenirken, bir de bakıyoruz Muslukçunun o dünyasını bize veren bizim Muslukçu değilmiş, onu da kurgulayan başka bir akıl başka bir el var. İşin içinde bir hikayeci var. Bize Muslukçunun dünyasını cömertçe sunan fakat bu kez de onun başından geçenleri parça parça bildiğimiz ve tamamını hiçö bilemeyeceğimiz bir dünya. Suyumuz kesiliyor işte. Ve artık bir tamircimiz, bir muslukçumuz dahi yok bu durumu düzeltecek, ortalarda görülmüyor. O hayatın izlekleri taşınıyor diğer gerçek hayata. Ki aslında gerçek hayatın izlekleri taşınmış o hikayenin gerçekliğine. Biz şimdiye dek tersten bir okuma yapmışız. A diyoruz meğer Necati, hapisteki Necoymuş; Remziye Remzi abiymiş, güzeller güzeli Adile meğer hikaye yazarının karısıymış..Oysaki durumun bunların tam tersi olduğunu zor kabulleniyoruz. Remzi’nin Remziye’ye dönüştüğünü, güzeller güzeli Adile’nin aslında yazarın karısı olduğunu...Çünkü biz diğer dünyaya alıştırılmıştık. Ve oradan çıkmaya henüz niyetli değildik. Daha neler neler olacaktı kim bilir. Henüz verilmemiş cevaplarımız, doyurulmamış merakımız vardı, son hız dört nala sürüp gidiyordu. Tam da en heyecanlı yerindeydik. Ve sessizlik...Sular kesildi çağıracak bir muslukçumuz yok ortada
Öykü başından beri sinsice amaçladığını gerçekleştirmiş sanki. Muslukçunun parçalarını biz zaten hiç bir zaman birleştiremeyecektik. Öykü vermek istediği kadarını veriyordu bize adım adım. Ama asıl amacının başka bir şey olduğunu hissettiriyordu içten içe. Bizim ne olduğunu idrak edemediğimiz ama hep bir şeyleri, kimi parçaları eksik bırakan, o tamamına erişilmez dünyayı eksik okutturan bir kurgusu vardı. Bu eksikliğin ne olduğunu asıl yazar devreye girince anlamış olduk. Belki merakımız gitmedi sadece şekil değiştirdi, yöneldiği nesneyi değiştirdi. Artık yazarın dünyasını merak eder bulduk kendimizi ve daha da önemlisi o hikayenin eksik parçalarını tamamlayıp tamamlamayacağını. Bir eksiklik hep sürüp gidiyor, kesilmiyor.
Ve biz biliyoruz ki, bazı şeylerin sürüp gitmesi iyidir. Çünkü onun varolmasından ileri gelir.


Bundan sonraki öykümü Monica'ya adayacağım.

18 Şubat 2009 Çarşamba

muslukçuyu yolladığım birkaç insandan hiç birinin hikayeyi okuyup bana geri dönmemesi nedir?
şu anda muslukçuyu okuyan; annem, gözde, eda, annemin iki arkadaşı ve çekülden ahmet var (sevgilim zaten her anına tanık oldu, annem de öyle, annemin arkadaşına bir merhaba demişliğim var, ahmet ile tanışalı ne oluyor ki zaten. eda ise en azından nezaketen okumuştur kendine atfedilen bir şeyi (gerçi öyle olmadığını isteyerek merak ederek okuduğunu biliyorum). kısacası; çok az kişi var! can olsun, cihat olsun, esra olsun... biteli neredeyse bir ay olacak. Şu an cemburak okuyor (neyse eline çıktısını verdim de okuyor)

övgü'nün buluşmamıza okumadan gelmesi mesela...

yalancı çoban kaos bile yolladığım anda okudu ve üzerinde tartıştık filan yahu.

bu blog da işte böylesi içimi kustuğum bir leğene dönüştü giderek. ha bu blogu da okuyan en fazla iki kişi var, o yüzden sorun yok.

neyse,
mario levi bugün hikayemi verince 15 gün kadar sürebilir geri dönmem dedi.
olsun dedim gülerek, razıyım hocam.

17 Şubat 2009 Salı

hararetli tartışmalara girmek istemiyorum. çok film izlemeyi, çok yönetmen bilmeyi, sinemacı arakdaşlarım(akıllarında parlak kısa film projeleri olan) bir bok sanıyorlar.

Bir Türk Sinaması olmamasının en önemli nedeni; filmlerin özgün ve bize özgü önermelerden yoksun olmalarıdır, açık ve net. Film çeken insanların çoğu, özellikle bu gerçeği bilmek zorunda olan öğrenci-yönetmen kimseler(ki bunlar mutlaka kendi yazdıkları şeyleri çekerler) bu gerçeği bilmiyorlar ve üzerine gitmiyorlar. Sinema hikaye ister! sinema oldu bitti tüylerimizi diken diken etti bir görüntüden bir finalden bir çoşkudan ibaret değildir. ***"Oyun" isimli kısa film, herşeyden önce bir film değildir, o filmi çeken insanın ukalaca filmin başarısından bahsetmesi katlanılabilir bir şey hiç değildir.*** bkz: beni deli etmeyin

nasıl ki ben mimari bir esere baktığımda ahkam kesemiyorsam... gerçi sinemada sorun şu ki; sinema mimari gibi kaynağı ve sınırları, insanları belli olan bir meslek değil. öykücü olmayan insanlar da mümkünse sinema yapmasınlar (yönetmenlik yaparlar belki).

ha ben ustasımıyım bu işin, hayır! Ama öğrenmeye can atıyorum. Eskikliklerim(iz) gözüme gözümeye başlıyor.

bir an önce öğrenmek, yazmak, çekmek istiyorum. bu yüzden nefes alıyorum bu yüzden yer kaplıyorum. ben kim miyim? bir masal anlatıcısıyım. ben öykücüyüm. bu işin ustası olmalıyım.


bu yüzden tekrar tekrar okumalıyım ne demek istediğini iyi anlamalıyım bu kitapların, bu yüzden zeki, üreten, yazan ve çekmek isteyen genç kuşak(ki gerçekten çok zekidirler) bunları hatmetmeli diyorum:

bkz: piyes yazma sanatı.
bkz: story

16 Şubat 2009 Pazartesi

sugar!

cemburak'a hevesle no country for old men'i izletmem, sonunu herkes gibi sevmemesi, benim sinir olmam...

yahu neden sevilmiyor anlamıyorum ki ne bekleniyor, her filmin bir derdi vardır anlatır gider. o psikopat katilin akıbeti neden ilgilendiriyor sizi, evet çok iyi çizilmiş hayran oluyorsun hatta başlı başına bir film olsun bundan diyorsun ama sevmediğin final sahnesi devam etmeli derken o devamın hikayeye ne gibi bir yarar getirecek bunu söylemiyorsun.

ama asıl ilginç olan şey benim aşırı tepki vermem böyle şeylere, sukunetimi koruyamıyorum hemen parlıyorum... ne gereksiz.

ha bu arada film, tam zamanında ve yerinde biter. Finali, gördüğüm en güzel final sahnelerinden birisidir.

24 Ocak 2009 Cumartesi

"bu iş burada bitti gençler"

bakıyorum, ne kadar zaman önce demişim muslukçu bitti diye... Halbuki şimdi bitti.

hala bir kaç cümlesini değiştirsem mi diye düşünüyorum...

ama şimdi, şu haline bile bakınca diyorum ki:

ilk defa yaptığım bir işi sevdim.

meğer zamanında bitti dediğim sadece yazının taslağıymış, en büyük yardımcım en iyi arkadaşım Story'de okuduğum bir söz geldi aklıma. bulup yazdım buraya.


Herhangi bir şeyin ilk taslağı boktur.
Ernest Hemingway

15 Ocak 2009 Perşembe

tehlikeli ilişkiler(!)

yalnızlığım katlanarak artacak gibi.

gözdeciğim yukardaki cümlenin ağzımdan çıktığını duysa ne kadar da üzülür kim bilir?

ama şu anki uykusuzluğumun onunla hiçbir ilgisi yok.


dün radyo kaydı için ipekle stüdyodaydık, üst sınıflardan biriyle tanıştım yanında bir kız arkadaşı da vardı. sonra birlikte yemeğe çıktık filan...

7 yıl önce otobüste karşılaşmışlar. ve ne kadar iyi arkadaştılar, çok imrendim.

sevgili gibi olup da olmamak öyle bir şeydi tam olarak.

yani aşkım sevgilim kelimeleri geçmiyor arada, öpüşmüyorlar el ele tutuşmuyorlar. ama sürekli dudakları hariç yanağından gözünden öpüp geziniyorlar ortalıkta. ha belki ortalık olmayan yerlerde sevişiyorlardır. oha daha mükemmel o zaman.

peki ya ikisinden biri başkasının gözünden öpmek istediğinde? ya da sevişmek... aynı rahatlıkta davranabiliyorlar mı o zaman birbirlerine. aynı sevecenlikle yaklaşabiliyorlar mı?

bir ara erkek tuhaf bir hareket yaptı, belki bu tip bir ilişkinin sağlıksızlığının bir yansıması gibi...

kızla 15 dakika kadar kaybolduk, carrefourun içerisinde plastik bardak ararken çok eğlendik...
daha sonra gülmekten suratımız kıpkırmızı kasaya döndüğümüzde çocuk somurtuyordu, "biliyordum zaten" dedi. "Seninle ben gelmeliydim plastik bardak aramaya"
kötü kötü işler yapıyorum, hiç biri içime sinmiyor.

aklıma gelen fikirler sanki hep taslak halleriyle kalacaklarmış gibi...

hiç uğraşmamak, hindi pastırmalı yumurta kırmak iki tane, en iyisi.

4 Ocak 2009 Pazar

muhsin bi su iç bi su iç muhsin

şu anda bilgisayar başında moralim çok bozuk sesleri hiç istediğim gibi kaydedememişiz. Dip ses o kadar yüksek ki! sanırım çoğu yerde kayıt cihazının dairesel mikrofonunu kullanmayı tercih ettiğim için... Başar Hoca'nn verdiği mikrofonu kullanmalıydım sürekli ve sesi kalitesini düşürmeliydim biraz. tekrar kaydetmem gerekebilir, belki hepsini! ama zamanım yok, nasıl yapacağım? 7 si son teslimmiş daha miksajı var bu kayıtların.

diye düşünürken,

muhsini izledim!

3 Ocak 2009 Cumartesi

radyo programımdaki hikayeden bir kesit.

Kendisini olabildiğince soyutlamakta çok haklı diye düşünmüştüm.
Sizi istemediğini avaz avaz bağıran bir kadın ve onu rakı masasından zorla kalkıp eve gelince döven bir adam, sizi olmayan çocuğu yerine koysa, siz de onları, onların sizi koymak istediği yerde benimsemek zorunda kalsanız, ucu belirsiz sınırlarıyla acımasız devletler arasında kalmış küçük bir köy gibi...
Çizdiğiniz dar sınırlar içerisinde kapı önlerinde yakar top oynar, erkek olduğunuzda genç bir kızın canını yakar ve eğer onun kadar hırslı olursanız üniversiteye bile kapak atardınız. Siz de, katı kuralların hükmü geçen, oldukça bencil tek nüfuslu bir köy olurdunuz.

2 Ocak 2009 Cuma

kokoreç kömür ateşinde pişer.

yahu yine uyandım, saat 5:35, yine tekrer uyuyamıyorum.
acıkıyorum bence.

o değil de,

bu aralar kokoreç kültürümü ne kadar da ilerlettim.

son iki yıldır filan soğumuştum kokoreçten, yani şampiyondan, mercandan filan...

ammaa

1- kadıköyde, AdemUsta
2-üsküdar, Mustafa'nın Yeri

arakdaşım, çok lezzetli yahu, müptelası oldum kokoreçin yine, geçen doruklardan dönerken gözdeyi otobüse bindirdikten sonra koşarak gittim adem usta'ya, oğlu vardı, zaten artık oğlu var heralde hep Adem Usta yaşlı biraz. Anam! 2 yarım kesmemişti, param bittiğinden çeyrek yiyemeden ayrılmıştım dükkandan.

demek içinde kaldı. şimdi 3 yarım yerim.

ha bir de eskiden heralde acıbadem köprüsünün oralarda seyyar varmış, ekşi sözlükte filan yazmışlar gerçi en son entry 3 yıl önceye ait ama olsun araştıracağım.