31 Ekim 2009 Cumartesi

Tabiiiiii (güleç bir sıfatta, o gerili dudakları aniden büzüp gözleri irileştirerek)

Artık rüyalarımda O'na anlatabileceğim şeyleri görüyor olmam güzel bir gelişme. Tabii anlattığım rüyanın önermesi şu olmasaydı daha iyi olurdu: "Anlatabileceğin rüyaları ona anlattığında birbirinize anlatacak bir şeyiniz kalmamış demektir." O, hiç beklemedikleri anda sırtımı çevirdiğim insanlardan olsun istemedim hiç bir zaman.
Yağmur trafiğinde mahsur kalmış dolu minibüslere, otobüslere, havasız tüm o yerlere teşekkür edelim, bize sağlıklı düşünme fırsatı verdiği için. Ve gidip o kuaföre gireceğim, orada gerçekten o kıza benzeyen birisi varsa flört edeceğim. Of zaten kız metaforu başlı başına bir olay. Siyah saçları güzel göğüsleri ve dolgun dudakları vardı (pes oyununda erkekleri dize getirdiği gözlerindeki haşinlikten belliydi). Kızdan hoşlanmıştım ya da ihtiyacım vardı ona. İhtiyacım vardı çünkü yalnızdım, benim bir arkadaşa ihtiyacım vardı birlikte pes oynayacağım. Belki de o yüzden bu çirkinliği ona yapamıyordum (çirkin itiraf). Keşke Freud Baba yan komşum olsaydı çalıp kapısını zorla dinlettirirdim ona rüyamı. Bir dakika! Bir psikolağa ihtiyacım olduğunu mu itiraf ettim az önce? Kesinlikle. Kötü bir şey değil ki. Hem psikoloğa gitsem; "sana yapılacak bir şey yok ki (sana müdahale edemeyiz (!), sen halletmişsin kafanda bre oğul" deme ihtimali çok yüksek. Sonuçta O'nu arayıp "kimdi lan o yanındaki lavuk?" dememiştim. Bu süreçle paralel rüya görüyorum, rüyalarımı idealize etmiyorum demektir. Ve yine sonuçta o çocuğun adını öğrenmek istemiyorum. Bu da gerçekten istemiyorum demektir.
Ama o kız yüzünden olmasa keşke, bu filmde beni motive eden sadece trafikte tıkılı kalmış dolu minibüs olsa. Kız olmasa... Yo olmaz işte. Tanrım ben bu senaryo işini çözdüm gerçekten! Ot dediğimiz uyuşturucunun nasıl ki inandırıcı bir motivasyon rolü olamayacaksa tıkışık minibüsünde böyle bir rolü olamazdı benim filmimde. Klişe, güzel bir kız olmalıydı. Neyse, neticede bu bir dönüm noktası. Bu dönüşten O'nun da haberi olsun istedim. Benim istersem neler yapabileceğimi göstermek istedim (!) ve sabah uyanır uyanmaz onu aradım. Sesini duyduğumda karanlık rüzgarlı, yağmurlu bir sabaha uyandığımı fark ettim. Zaten rüyamın geri kalanı, O'na anlatma gereği duymadığım kısmı aklımdaydı. Öncesini yemiş yutmuş anlamış ve unutmuştum bile.

Şu din hocası varya, hani dersine girmeyip müzik anfisine kaçtığım. İşte o din hocası beni yakalıyordu bahçede. Beni uzaktan görmüş yanıma sinsice yaklaşmış... Neyse gerisi önemli değil çünkü yazının bu noktasında mutfağa gidip kahvaltı hazırladım. Bıldırcın yumurtalarından ortalığı batırdık yaptm kendime (pişirilince besin değerinin kaybetmediğini eskiden bilmiyordum, paketinin üzerinde yazıyormuş halbuki). Salonda, televizyonun önünde yedim, güzel olmuştu. Trt türk diye bir kanalda Fazıl Say karşıma çıktı. Viyana'da dolaşıyordu ve beethoven'ı anlatıyordu. O giderek Beethoven'ın ne kadar çok hayal kırıklığına uğradığını ve yalnızlaştığını anlattıkça ağladım. Benim komşum olabilirdi Beethoven ve yerini sevdiyse diğer komşuların onu kovmasına izin vermezdim. Uykularında sularına ilaç katıp zehirlerdim onları.

Hiç yorum yok: