26 Mayıs 2009 Salı

der tod in Venedig

Önemli bir fikir veriminin derhal geniş ve derin bir etki yaratabilmesi için eser sahibinin
kişisel hayatıyla çağdaş kuşağın genel kaderi arasında gizli bir yakınlık, hatta bir uyum
bulunmalıdır.
Ah, çok doğru bir zamanda okundu ve aşık olundu.

25 Mayıs 2009 Pazartesi

hegemonik cümleler

1- althusser, sevmiyorum seni.
2- bahtin adamımsın
3- sevgilim seviyorum seni
4- haftasonu millerfreshtival'e gitmeli

23 Mayıs 2009 Cumartesi

uzun süredir bilerek takip ettiğim içerisinde güzel sesli ve güzel dudaklı iki kadının, bir adet ukalanın, bir adet de sofunun bulunduğu program bana hani program da çekeriz canım aç kalmayız ya dedirtiyor.

pelin batu neci, hala anlamış değilim yalnız...

20 Mayıs 2009 Çarşamba

yaz tatili mi?
yazlara tatil denebilmesi için bu şiir gibi olmalı...


...
Ben; denizi, zeytinliği ve badem bahçesini tanırdım.
Görüntülerden ılık sütü, kokulardan yasemini ve
limon yapraklarını tanırdım

Ben böyle bir geçmişten gelirdim.

Ben iki dut ağacı* tanırdım.

Ben, onu tanımadan önce o uysal huzura yaklaşırdım.
Yaklaşırdım da bilemezdim.

*İlki bir yokuşun kenarında -inerken sol, çıkarken sağ tarafında-
durur; diğeri sonradan bir bahçenin genişletilen beton duvarı
içine katılarak ayrı düştüğü dar bir toprak yola eğilirdi.



O; yazı, zeytini ve teri tanırdı.

Pirinç rakısında gizlenen saklı nesneyi arardı

Bakışları nar gibiydi, her bir tanesinin biçimi ince
farklarla birbirinden ayrılırdı.

Maria Pavlovitch'in içinden gelen
bir şarkıya benzerdi.

kirpikleri tuzluyken, onları zeytin ağacının incecik
gümüşlenmiş yapraklarına benzetirdim.

Ben, onunla olmadan önce o uysal huzura yaklaşırdım
ama onu fark edip de tanı(ya)mazdım.

Geceleri yanyana uyumaya çalışırken; başımı, göğsüyle
omzu arasındaki kuytuya gömerdim.
Bana sırtını döndüğünde iki kürek kemiğinin arasını öperdim.

Bunları yapardım ama bilmezdim.


O; cevizi, yılan balığını ve mor inciri tanırdı.
Güneşin ve yaşanmış olanın bıçaklanmış anısına yürürdü.

Maria Pavlovitch'in içinden geçen
bir şarkıya benzerdi.

O, suları bilmekten, sormaktan ve elmaları sevmekten
vazgeçmediği zamanlar
ben, onunlaydım.

bakışları nar gibiydi çoktu.

Ben onunlayken o kadardım, ama bunu bilmezdim.

..................................................Monica Papi.......

18 Mayıs 2009 Pazartesi

ya bir de,

izliyorum abi yani ev kadınları gibi cümleler de kurabilirim.
pazartesi akşamları dizim var benim.
mustafayı izliyorum!
Bir yaz akşamı Esra ile balkonda otururken, ona bir sessizlik sonrası, aniden şöyle bir cümle kurmuştum: Hayatı en çok deniz'e benzetiyorum. Dışardan bakıldığında ne kadar basit ve bütün gözüküyor. Ama içine girdiğimizde, derinlerine indikçe parçalara bölünüyor. İşte o günden beri çocukça bir şey düşünüyordum. Peki diyordum, ben hangi parçayım bu denizin içindeki? Az önce buldum bunu. Ben, Ali Teoman Germaner'in deniz kabuklarından birisi olabilirim.

Az önce belgeselini izledim. Kimsin sen sorusuna verecek cevabı olan birisinin kurabileceği tek cümleyi hayalimdeki dedem gibi söyleyiverdi;

Ben ürettikçe varım, dedi.
Üretmedikçe yokum.


Gelecekte, evimde, bu dedenin yaptıkları kadar beni etkileyen bronzdan heykeller olur mu acaba?

16 Mayıs 2009 Cumartesi

*



Bugün artık irdelenmeye başlayan ama hiçbir çözüme ulaşmamış olan uygulama ve törelere göre kadının toplum içindeki varlığı erkeğinkinden çok daha başkadır. Erkeğin varlığı kendinde saklı yeterlilik umuduna bağlıdır. Bu, büyük ve inanılır bir umutsa erkeğin varlığı çarpıcı olur. Küçük ve inanılmaz bir umutsa erkeğin varlığı da önemsizleşir. Bu yetkelilik umudu ahlaksal, bedensel ve yaradılışa göre değişen, parasal, toplumsal ya da cinsel bir umut olabilir. Neyse ki yetkelilik umudunun yöneldiği nesne her zaman erkeğin dışındadır. Bir erkeğin varlığı o erkeğin yapabileceklerini, sizin için yapabileceklerini gösterir. Üretebilir bir varlıktır onun varlığı; çünkü erkek gerçekte yapamayacağı şeyleri yapabilecek yetkedeymiş gibi davranır. Bu yalancı davranış her zaman onun başkaları üzerinde etkili olmak için kullandığı bir yetkeye yönelmiştir.

Bunun tersine bir kadının varlığıysa, onun kendine karşı olan tutumunu gösterir; o kadına karşı nelerin yapılım nelerin yapılamayacağını belirler. Kadının varlığı hareketlerinde, sesinde, fikirlerinde, yüz ifadelerinde, giysilerinde, seçtiği çevrelerde, zevklerinde ortaya çıkar. Gerçekten de kadın kendi varlığına katkıda bulunmayan hiç bir şey yapmaz. Varlığı, kadının kiş
iliği ile öylesine içiçedir ki erkekler bunu bdenden çıkan bit tütsü, bir koku, bir sıcaklık olarak algılar.


Kadın olarak doğmak, ekrkelerin mülkiyetinde olan özel, çevrelenmiş bir yerde doğmak demektir. Kadınların toplumsal kişilikleri, böylesine sınırlı, böylesine koşullandırılmış bir yerde yaşayabilme ustalıklarından dolayı gelişmiştir. Ne var ki bu kadının öz varlığının ikiye bölünmesi pahasına olmuştur. Kadın hiç durmadan kendisini seyretmek zorundadır. Hemen hemen her zaman kendi imgesi ile birlikte dolaşır. Bİr odada yürürken ya da babasının
ölüsünün başucunda ağlarken bile ister istemez kendisini yürürken ya da ağlarken görür. Çocukluğunun ilk yıllarından beri hep kendisini gözlemesi, bunun gerekli olduğu öğretilmiştir ona.
Böylece kadının içindeki gözleyen ve gözlenen kişilikleri, kadın olarak onun kimliğini oluşturan ama birbirinden ayıran iki öge olarak görmeye başlar.



Kadın, olduğu ve yaptığı her şeyi gözlemek zorundadır. Ereklere nasıl göründüğü, onun yaşamında başarı sayılan şey açısından son derece önemlidir. Kendi varlığını algılayışı, kendisi olarak bir başkası tarafından beğenilme duygusuyla tamamlanır.
Erkekler kadınlara karşı belli bir tutum edinmeden önce onları gözlerler. Bu yüzden bir kadının bir erkeğe görünüşü, kendisine nasıl davranılacağını da belirler. Bu süreci önemli ölçüde denetleyebilmek için kadın bunu kabul etmeli ve benimsemelidir. Kadını
n benliğinin gözleyici yanı gözlenen yanını öylesine etkiler ki sonunda tüm benliğiyle başkalarından nasıl bir tutum beklediğini gösterir. Böylece kadının, bir eşi daha bulunmayan bu kendi kendine etkileme süreci onun kişiliğini oluşturur. Her kadının varlığı, kendi içinde 'nelere izin verilip nelere verilmeyeceğini' düzenler. Eylemlerinden her biri -amacı ya da dürtüsü ne olursa olsun- o kadının kendisine nasıl davranılması istediğini gösteren birer simgedir. Bir kadın tutup bardağı yere atarsa bu o kadının kendi kızgınlığını nasıl ele aldığını, bu yüzden başkalarından nasıl bir davranış beklediğini gösterir. Erkek aynı şeyi yaparsa bu, yalnızca onun öfkesini dışa vurmasıdır. Kadın güzel bir fıkra anatılırsa bu, onun içindeki fıkracıya nasıl davrandığını, elbette fıkracı bir kadın olarak başkalarından ne beklediğini gösteren bir örnektir. Fıkra anlatmak için fıkra anlatmak ancak erkeğin yapacağı bir şeydir.

Bunu şöyle yalınlaştırabiliriz: Erkekler davrandıkl
arı gibi, kadınlarda göründükleri gibidirler. Erkekler kadınları seyrederler. Kadınlarsa seyredilişlerini seyrederler. Bu durum yalnız erkeklerle kadınlar arasında ilişkileri değil, kadınların kendileriyle ilişkilerini de belirler. Kadının içindeki gözlemci erkek, gözlenense kadındır. Böylece kadın kendisini bir nesneye -özellikle görsel bir nesneye- seyirlik bir şeye dönüştürmüş olur.


Hani şu, romanik piyanist Liszt de o adamlardan biri değil miydi?

aliye berger, leyla kolukısa.

birbirlerine benziyorlar.


Bu güçlü kadınların aşkları ("aşıkları" diyemem onlar da adam) ellerinden alınıyor.
Kahretsin! Onlar da aşık olamaz mı?
Zamansız ölümler, askere gidişler ve gelemeyişler...
Yetinilmedi. İnanılmaz acılara kafa tutmaları isteniyor.
İçi zehir dolu serum şişelerini susadıkça içti bu kadınlar.
Daha ne istiyoruz!
Sonra dünya tatlısı egoist adamlar,
bu kadınların başlarına tavanıma leşi yapışan sivri sinekler gibi üşüşüyorlar.
Aç kurtlardan farklı mı bunlar? Bilmiyorum. Şu an zor nefes alıyorum ve bize kızamıyorum.

Nasıl bir gözüküş bu?

Bu kadınlara bencilliklerini yaşamalarına izin verdir tanrım!
Biraz gözük.


Ve homoseksüel bir adamın dul bir kadına evlenme teklifi etmesini...
Tamamen aşka bağlamayı seçiyorum.
Nasıl bir aşk mı?
Bilmiyorum, sadece duyduğum kadarıyla, gerçek aşk değilmiş o!




15 Mayıs 2009 Cuma

yapılacaklar listesi (öncelik sırasına göre)

1) Fragman (22'sine)
2) Üç tane kitap yazısı (28'ine)
3) Madam K (28'ine)
4)Ayla Hoca'nın festival ödevi.(29'una)
5) Kısa filmin senaryosu, prodüksiyon araştırmaları, mekanlar. (1 haziran da her şey bitmiş bir şekilde çekime hazır olunmalı, 8'inde teslim (içlerinde en dert olanı bu bence))
6) Jenerik (29'una)
7) Klibin montajı (28'inden itibaren en kısa zamanda yapılmalı)


Bu akşam, yarınki sınav için biraz İnkilap Tarihi okuyacağım. Uyku bastırmazsa erkenden, fragmana yoğunlaşırım.
Haftasonu bir yandan Madam K hakkında düşünürken şu kitap yazılarını bitirmeliyim.

Yahu şu bizim okuldaki festival ne garip bir şey bu arada... ben de iki yıl öncekine gitmiştim. Çok güzel bir redd konseri izlemiştim örneğin... Zaten garip olan, sevdiğim müzisyen geliyor yaşasın festival ortamı insanı değil. Ben orada amaçsızca bulunma arzusunu anlayamıyorum. Geçen bir adam geldi sınıfa kan ter içinde kalmış. Hoca ile fısır fısır bir şeyler konuşuyorlar, henüz ders başlamamıştı. Muhabbetlerine kulak kesildim. Adam, hocam benim kalbim var gibi şikayetlerini dile getiriyordu. Neyse, oturunca sordum, "ne yaptın abi bu kadar" diye? Dans ettim, dedi. Şaşırdım. Nerede dans ettin? diye sordum. E aşağıda, dedi. Aşağıda kelimesinin sonharfini uzatarak söylemişti, orası önemli. Ben de çocuk aşağıda diyince anladım tabii festival alanında dans ettiğini, sanıyorum ki çocuk dansçı, yazık bu sıcakta gösteri yaptırdılar filan... "Dans kulübünde misin, profesyonel dansçı mısın? diye sordum (gayet saftirik bir şekilde). Bir anda adamın surat ifadesi değişti, dalga geçiyorum sandı heralde... O pancar gibi olmuş suratını ekşiterek, "eğlence var ya aşağıda" dedi. eğlencesine dans ettim. hayır kinaye yapmıyordu. Berrin Hoca onu dans ederken görmüştü aşağıda. Nasıl bir olaydı bu! Kalbi olan şişman bir dana hangi amaçla öğle saatinde güneşin altında dans ederek helak ederdi kendisini. Buna eğlenmek denir miydi? Hayatını bu kadar umarsızca riske atmamalı kimse!

Festival zamanı çok daha fazla nefret ediyorum kendi okulumdan, festivali bile sanki varoş çocuklarını "eğlendirmek" için kurulmuş bir lunapark gibi gözüküyor. Aslında okulum sadece gösterişten ibaret olduğunu kanıtlamış oluyor. Sadece gürültü ve gösteriş. Gözdelerin yaptığı şu kitap okumalı protesto eylemine katılamadığım için üzülüyorum.

Ayrıca bugün eve yürürken şunu düşündüm. Ben, hiç bir zaman güzel bir okulda okuyamadım. Şimdi boğaziçi feslefe masterı diyorum. Geçen orasının master sınavına girmiş bir çocukla konuştum. Mülakat'a kadar zor gözükmüyor. Ama bana konuş dediklerinde beni kovacaklarına eminim. Neyse çocuk şey dedi; "Neden boğaziçi istiyorsun orası analitik felsefe gösteriyor". "Master yapmak istiyorum" dedim öncelikle. "Olacaksa da en güzel okul olsun" dedim (lafa bak, çocuk ne dedi ben ne dedim). Sonuçta, içimdeki adam gibi bir okulda okuma sevdası tüm tembelliğime rağmen lakayıt bir şekilde devam ediyormuş.

12 Mayıs 2009 Salı

sex, lies and videotape

bilerek bu filmi seçmemiştim, teknik aksaklıklar çeşitli şansızlıklar sonrasında henüz düzene koymadığım ve balkonda yığın halinde duran dvdler arasından elime bu geldi. Fakat üç saat sonra anlıyorum ki bu filmin fragmanı yapılamaz. Hayır ingilizcesi olmayan hocamın diyalog ağırlıklı bir film fragmanını anlayamayacağı ve bu yüzden düşük not alacağım için değil. Hatta bu şu an aklıma geldi. Esas sorun sahnelerini izledikçe bana saç baş yolduran bu filmin dehası ile ilgili. tırmanıp öbür tarafına geçmem gereken ilk önce bu filmdir.
Düzgün Abi ara sıra gelir bize, hep o arar benimle konuşur. Geçenlerde de dolma yemeğe çağırmıştık...
Rıza Abi den mesaj gelmiş, stajın kesin diyor, benim adamıma iş veremeyecekler ha dağıtırım orayı diyor.
Rıza, Düzgün, Hüseyin. Hüseyin'in kişiliği çok yakın olduğu bu iki adamın kişiliğine benziyordur mutlaka.
Rıza'yı çok hatırlamıyorum. En son O, ben ve Düzgün Abi sinemaya gitmiştik, Capitol'e. Çok küçüktüm, hatta 12 yaşından küçük olmalıyım ki (8, 9 yaşlarında) o zamanlar Capitol'de bir olay vardı ona giremiyordum. Lazer silahlarıyla birbirlerini vuruyorlardı 12 yaşından büyük çocuklar orada, ben de çok istiyordum birilerini vurmayı.

Geçenlerde Hilmi Yavuz'un şiir kitabının içinde bir yazıya rastladım. Hilmi Yavuz onun için önemli olmalı. Şu an elimde tuttuğum Hüzün Ki Bize En Çok Yakışandır İsimli kitap ona yetmemiş olmalı ki kitabın içerisinde bulunan kitapları ayrı ayrı almış. Ama bir dakika. 1990! Diğerleri çok daha eski. Bu kitap sonradan alınmış, alınmak istenmiş, belk aranmış, rastlaşılmış bu kitapla ve alınması gerekliymiş...

Babam para kazanacağım sevdasına (işte belki yanlış bir cümle kurdum onun hakkında yine) sürekli Ankara'ya gidermiş. Hatırlıyorum bir yerlere gittiğini bir haftalığına yok olurdu. Sonra bana getirdiği hediyeleri hatırlıyorum. Tabii ki robot, robotlar. Silahları olan robotlar. Onlarla oynarken yanıma yaklaşıp atalım silahlarını diyen adamın aldığı robotlar, yine de alınırdı.

Babamdan sonra o kadar çok silahlı oyuncak alındı ki bana. O bana actionman benzeri şeyler almazdı (son zamanlarda bu tutumu daha katıydı, hatırlıyorum). Ondan sonra her ay bir actionmanim oldu. Ondan sonra her ay onun yaşamamı istemediği şeyler oldu... Özel okula gitmemi istemezdi sanırım ( bunu anneme sorduğumda "hayır isterdi bence" demişti "en iyi şekilde eğitim almanı isterdi senin.") Simit satmayı öğrenmeli dermiş benim için (bunu anneannem söyledi). Paranın ne kadar zor kazanıldığını bilmem gerektiğinin önemini anlamış, bundan eminim.

Kitabın ilk sayfasına tarih atmış: Ankara / Esenboğa 07.05.1990

Ben iki yaşındayım. Çengelköy'deki evde uyuyor olmalıyım. O evi bir ara görmeliyim.

Bu kitap Ankara'da alınmış orası kesin. Ama havaalanında mı alınmış yoksa havaalanına gitmeden mi? Bilemiyorum. Sonuçta, havaalanına giderken ya da orada belki uçakta bütün kitabı okumuş olmalı babam. Çünkü az sonra yazacağım yazıyı yazdığı kalemle baştan itibaren şiirerin bazı mısralarının altı çizilmiş. Önemli şiirlerin başına ve sonuna işaret konmuş. Örneğin bir şiire işaret koymuş ve bazı yerlerinin altını çizmiş.

inançsız +

açılır gecesi inançsızların
tanrı sarı bir çiçektir
(sonraki iki mısranın altını çizmemiş)

(önceki iki mırsanın altını çizmemiş)
uzakta olduğumuzu köprülerden
atlar nereden bilecektir

mavi kuşlar çiziyor biri
eli değdikçe camlarına ( evet, bütün bir kıtayı çizmiş burada.)
avcılar doğrultup namlularını
nasılsa bir bir düşürecektir.

ve o yazı:

Belki de tek motivasyon yaşama dair.
Durduk. Uçağa çıkıyorum.
..
IŞIL'A VEDA!
THY OTOBÜSTEYİM
UÇAĞA GİDİYORUZ.
07.05.1990
çok sevdim.

Doğunun Gurbetleri isimli şiirin üstüne yazılmış yazı böyle ve el yazısı babama ait.

"Ben senin istediğin gibi bir evlat olamadım sanırım. Ama sen, tam benim istediğim babaymışsın."

Hilmi Yavuz'un "Gizemli Şiirler"i gibi... Gizemli.
(bilmiyorum, belk yine yanlış bir cümle kurmuş olabilirim onun hakkında.)


11 Mayıs 2009 Pazartesi

Felsefecilerle olan son toplantıda bir ara Lynch tartışmıştık. Konu Lynch olunca ortak bir noktada birleşip kapanmıyor (gerçi o kadar çok konuşuyorlar ki bir konuyu kapattığımızı hatırlamıyorum) ama son olarak şunu sorduğumu hatırlıyorum; nasıl oluyor da bu adamın filmi bana hiç bir şey anlatamamasına rağmen beni oturduğum koltuğa çiviliyor ve ben gözümü kırpmadan nefes bile almadan o filmi izleyebiliyorum? (inland empire)

Bakalım o ne demiş...

Hiç kimse kendini tekrarlamayı sevmez ve aynı şeyleri yapmaktan hoşlanmaz. Fakat herkesin kendine has zevkleri esir olduğu duyguları vardır. Öncelikle bunu kabul etmeliyiz. Her film yönetmeni bir gelişim, bir değişim yaşar. Fakat bu gelişim süreci uzun bir süre içinde gerçekleşir. Yani sanıyorum ki her şeyi oluruna bırakmalıyız. Mesela ben çok değişik tipleri, çok özel konuları seviyorum ve benim de bazı saplantılarım var. Örneğin fiziksel temasla ilgili her şey beni büyüler. Bu nedenle filmlerimin çoğunda aynı şeylerin sık sık tekrarlandığı görülür. Blue Velvet, Twin Peaks, Lost Highway' deki kadife perde gibi. Fakat bu asla planlanmış bir şey değil. Bunu her zaman sonradan gerçekleştiririm. Bu konuda hiç de kafa patlatmaya değmez. Yani kendiliğinden oluşur ve yeri gelince kullanılır. Eğer gerçekten aşık değilseniz hiçbir konuya hevesle girişemezsiniz: Bazı kadınlar sarışınları sever ve esmerlerle ilişkiye girmekten kaçınırlar, ta ki hayatlarını değiştirecek esmere rastlayıncaya kadar. Sanıyorum ki bu sinemada da böyle. Bİr film yönetmeninin seçimleri onun saplantılarına bağlı kalıyor. Ancak bu onun sakınması gereken değil, aksine üzerine gitmesi gereken bir durum. İnsan kendi saplantılarını bilmeli ve onları kabullenmeli.


Sofokles, baba.

"En iyimser hesapla, rastlantının lütfuna bağlı, içgüdüsel güçlerine güvenen bir takım dahilerin berbat piyesler yazmış olduklarını sizlerin de kabul edeceğine inanıyoruz.
Bir insan, gerçekleştirmeyi düşündüğü önemli tasarısını, içine doğduğu gibi, hissettiği ve dilediği gibi değil, bilgi ile gerçekleştirebilir."

10 Mayıs 2009 Pazar

akut gastrit

aşırı stres, soğuk algınlığı ve zehirli bir tantuni bir araya geldiler, emek temalı bir hikaye bulmama engel oluyorlar... yarın ayla hoca'nın yanına eli boş gidersem bu hastalık bir sonraki safhasına geçecek kesinlikle...



7 Mayıs 2009 Perşembe

Levi, baba.

bana "aferin çok güzel bir metin bu" dedirttin de ne oldu yani, so what?

ha bir de

"idealistsin!" dedi bana.

olsun lan nasıl bir huzur nasıl bir aydınlanma idi yaşadığım. sonra telefon geldi, dedim ki o klibi götünüze sokun. az önce nasıldım şimdi nasılım dedim ikinci defa.

midemdeki sızıyı tembel bir öğrenci olmama bağlıyorum.

5. romanımda yapmam gerekeni şimdiki halimle yapmamalıymışım, neyi biliyorsam onu yazmalıymışım.
ödevimi zamanında teslim etmeliymişim.
kontör almalıymışım.
tam da onların istediği gibi, dünyanın en yüzeysel şarkısına klip çekmemeliymişim.

midemde bir yanma var ve an itibarıyla burnuma blendax kokuyor.

6 Mayıs 2009 Çarşamba




"Hiçbir günah hiçbir yarın hiçbir el ilanı hiçbir söz hiçbir gün hiçbir öpüş ve kendini hatırlatma hiçbir avlanan yaban biliyorum hiçbir ayak kayması
hiçbir daha rahimdeyken kutsanan insanla hiçbir ense kökünden yükselen felç biliyorum böyle olmadı. altında kalanlarla

Hiçbir duvar bu denli kusursuz yıkılmadı"

Monica Papi

cuma günü iki çift laf edeceğim vardır bu kıza!

jöle

şimdi size jan jöne'nin kim olduğunu anlatsam... ve birazdan bu kapıdan içeri gireceğini söylesem... hepiniz kaçacak yer arardınız.

3 Mayıs 2009 Pazar

bulmak fiili iki farklı kelime ile özdeşleşmiş durumda.

beklediğini bulamamak
aradığını bulamamak

ve ikisini de bulamamak çok sinir bozucu gerçekten.

ve bu sinir ile yarın sabah okul dönüşü kütüphanemi düzenlemeye karar verdim.

yazarı / türü / kitabın ismi böyle bir liste yapacağım. böyle bir liste sayesinde kitap sayımı da yapılmış olacak. düşündüğümden az kitap çıkacak ama bu liste sayesinde bilmediğim isimleri öğreneceğim kesinlikle. bir de her kitaba şu * can kolukısa * damgası basacağım. hepsini tek başıma yapacağım gözde bitmiş halini gördüğünde daha çok kıskansın. büyük itimal sığmayan kitaplar olacak onları da düzenli bir şekilde yere dizeceğim en kısa zamanda bir çare bulunmalı... düşündüğüm şey türlere göre mi ayırsam, soy adına göre alfabetik sıra mı yapsam... nasıl olur ki bu işler bir araştıralım yarına kadar... olasılıkla gece yarısına doğru ve tozdan boğazım düğümlenmiş bir şekilde duşa girebilirim.

ama şu olay yarın erken kalkıp okula gitmem içinde çok nüyük motivasyon.