19 Şubat 2009 Perşembe

burcu'nun dediği gibi oldu,
beklemediğim bir anda bir mail aldım. Monica, Gözde'nin bölümden arkadaşı bana bir mail yollamış.

İlk önce hikayem hakkında bir geri dönüş olduğu için sevindim, daha sonra okumaya devam ettikçe şaşırdım, etkilendim. hayatımda okuduğum en güzel eleştirilerden birisiyidi.

Eda ve Burcu sanırım bu blogu bir tek siz okuyorsunuz, Eda, sen zaten anlamıştım biliyorum ve Burcu, sen de okuduğun zaman anlayacaksındır eminim. Neden ki özellikle benim gibi yeni yetme yazarların anlatmak istediğini anlamak için belirli faktörler özellikler gerekli değildir. Bence, sadece kendini vererek, özenerek, ciddiyetle okumak yeterlidir. Fakat önerim; hikayemi okumadan aşağıdaki eleştiriyi okumaman.


Kendime hep şöyle söylerdim; "bu hikayeyi seviyorum, edebi kalitesi yüzünden filan değil sadece amacına ulaşmış mütevazı ve zeki bir hikaye olduğuna inanıyorum". Ama başkaları okuduğunda tek bir cümle duydum şu ana kadar "anlamadım". ve üzülüyordum bu yüzden. Ben marjinal bir şey yazmak istememiştim herkesin anlamasını istemiştim, bir derdim vardı, o herksin derdi olabilirdi kısa bir süreliğine ve bunu beceremediğimi düşünüyordum. E peki anlayanlar ne olacaktı? Demek ki becerdiğim yanları yok değildi, insanlar bu hilkayenin akıcılığına mı ki bence akıcı değil özellikle başları, yoksa basit gramerini mi beğendiğini anlayamıyordum çünkü hikayeyi anlamadıklarını biraz ağızlarını aradığımda itiraf ediyorlardı. Olumsuz eleştiriden asla korkmuyorum. Tam tersine seviyorum, beni harekete geçiren olumsuz eleştiri oluyor.

Gözde, sürekli Monica'dan bahsederdi, onun entellektüel olgunluğa erişmiş olduğunu düşünürdü
ki bunu hocalar da söylemektelermiş. Monica, sanki benimle birlikte yazmış öyküyü, bütümn adımları benimle birlikte atmış. Onun bütün meteforları, simgeleri, nüansları anladığına eminim ki bunu ispat ediyor eleştirisiyle.

şimdi, asıl soru nedir? aklım çok karışık!

"anlamadım" olumsuz eleştiri midir?

annem orhan pamuk'tan, nuri bilge ceylan'dan bahsetmeye başladı sinirim bozuldu. benim yaptığım post modern bir iş değil, minimalist hiç değil! Ben bunu aşık ve seçik anlaşılabileceğini düşünüyordum. Neden iki kişi anladı. yolladığım insanların hepsi okuyan düşünen insanlardı zaten! Bu yeterli değil midir, ben neyim ki? Ben, Monica kadar iyi felsefe yapamam bile.

Neyse,
Pazartesi, gözde; "kantinde oturuyorum yanıma gel" diye aradı, gittiğimde yanında monica da vardı. Gönül Çapan'a vermek üzere yanımda taşıdığım hikayenin çıktısını bir anda içimden gelip monica'ya vermiştim. Aslında içimden geldi demek yanlış olur onun şiirler yazdığını edebiyatla uğraştını biliyordum gözde ondan övgü ile bahsediyordu hep. İşte burada karanlık bir taraf var, pis bir koku geliyor burnuma, benim yapıtlarım edebiyatla uğraşanlara belirli bir zeka ortalamasında olanlara (haşa) ya da felsefe okuyanlara (entellektüel lafına inanmıyorum!) yönelik değildi. ama bir de böyle biri okusundu, bir de monica okusundu bakalım. ne diyecekti! İşte diyeceğini demiş!

Şimdi, sizinle beni bu kadar mutlu eden eleştiriyi paylaşmama izin verin. Geldiği gibi copy paste yapıyorum, yazım hatalarını bile düzeltmek gelmiyor içimden.



Biraz geç yazıyorum kusura bakma. Ne zamandır yazacağım aklımdakileri. Öyküyü okur okumaz sana geri dönmek istedim, ama fırsat bulamadım bir türlü.
Öncelikle söylemeliyim, elime aldığımda çıktıyı böyle bir metinle karşılaşacağımı ummuyordum. Sıkı bir öykü çıktı karşıma
Hep bir sonraki sayfada olacakları merak ederek okudum öyküyü. Muslukçunun geçmişini merak ediyor önce okuyan, sonra olaylar geliştikçe içinde bulunulan şimdiki zamanın bize getirecekleri, hep bir sonrası bekleniyor ama ilk başından bizim yanımıza katılmış olan “muslukçunun öncesi”ne dair merak baki kalıyor. Muslukçunun geçmişine dair hiçbir şey verilmiyor değil, fakat parça parça. Biz de hep onu tamamlamaya, şimdinin verileri arasına serpiştirilmiş geçmişe dair ufak parçalardan bir bağ kurmaya çalışıyoruz.
Necati karakteri, Muslukçu ile olan diyaloglarından veya Muslukçunun iç sesinden şekillenen bir karakter. Bunlardan hareketle çiziliyor ve bu da öyküye eklemlendiği yer ve kurguda üstlendiği role göre yeterli bir ağırlıkta yapılmış. O kadarı bize yetiyor. Çünkü bizim asıl derdimiz Muslukçu ile kurduğumuz ilişki oluyor. Diğer karakterler sanki onun iç dünyasının parçaları oldukları ölçüde işe yarar nitelikteler ve değerlerini böyle bir yerden kazanıyorlar. Asıl olan Muslukçu, onun iç sesi, onun iç dünyası.. Konuşmuyor olması dolayısıyla dış dünyanın tahakkümünü aşıp geçen böylesi büyük bir iç dünya kurulu değil bu karakterde. Okuyucu böyle bir yanılgıya da kapılabilir fakat asıl meselenin tam da burada yattığını görmek önemli bu öyküde bence. O iç dünya zaten hep, o bizim hiçbir zaman tam olarak bilemediğimiz, bazı parçalarını bilip, kimi yerleriniyse ancak kestirebildiğimiz geçmiş zamanda da büyüktü ve dışarının söz geçremediği bir bağımsızlıktaydı. Kendini kıstırılmış hissettiğinde iç sesiyle daha da zenginleşeceği için dışarıyı tamamen iteleme, dışarıdan çıkma ve içeriye geçme, sadece içeriye ait olma durumunu seçme söz konusu. Konuşmayı reddetme ve onu bir bıçak gibi kesme böyle bir karşı çıkışı içeriyor. Bu konuşmama durumu bir kaçış değil, kendini gerçekleştirme ve kendini bu şekilde ortaya koyma durumu.
Sadece Necati’nin değil, öyküdeki diğer karakterlerin de Muslukçunun algısı üzerinden şekillenmiş biçimlerini biliyoruz. Burda benim için önemli bir bağ daha kuruluyor –başkaları için kuruluyor mu bilemem - : Öykünün adı da Muslukçu. Bize ilk başta vaadettiği sadece bir “Muslukçu”, daha ötesi değil. Bize bir muslukçu çizecek, onun dünyasını sunacak. Ötesini bu yüzden beklemiyoruz ve merak duygumuz da hep onun yapıp etmeleri üzerinden şekillenmeye başlıyor. ( Ayrıca –kurduğum bu bağ dışında- öykünün ismini çok sevdim. Çünkü muslukçu sözcüğünde hem “halk tabiri” denilen bir biçim saklı –çünkü tamirci denmiyor genelde-, hem de sanki eskiye ait bir şey var bu sözcükte ya da bana öyle geliyor, bilemiyorum. Öykü de zaman dışı. Hatta eskiye ait bir hikaye bile olabilir dedirtiyor insana. Bizim yüzyılımıza ait bir gönderme yok.)
Remziye de yine Muslukçunun algı gözünden geçip bize tanıtıyor kendini. Adile ise betimlemeler bakımından diğerlerinden kayrılmış bir konumda. şte asıl bizim muslukçunun iç dünyasının ahengi, gücü ve neler yapabileceği, tüm düşgücü serimleniyor. Bir kadını aşk gözüyle betimlemenin estetiğini tüm doyuruculuğuyla okuyoruz ve bu hep böyle sürsün hiç bitmesin istiyoruz. Belki de başından beri merak duygumuzu körükleyen muslukçunun dışına ilk defa burada itiliyoruz başka bir karaktere gözümüz kayıyor fakat o esnada farkediyoruz ki biz daha da Muslukçunun içine itilmişiz. “Hayır, bir dakika” diyoruz biz deminden beri bir Adile tanımıyoruz, Muslukçunun Adilesini öğreniyoruz. Muslukçuyu en doğal hallerinde röntgenliyoruz: Ani alınan kararlar, kendini tenkit etmeler, heyecan, elini kolunu nereye koyacağını şaşırma, alınan büyük boy aynası, zaaflar, zayıflıklar, güvensizlikler, sonrayı bilememe, cesaret ve cesaretsizlik...
Bana kalırsa, okuyucu bu hissi kaybetmezse ya da bir yerinden yakalayabilirse Muslukçunun kurgusu içinde olduğu hissini, asıl yaratıcının hamlesi daha anlamlı gelir. Senin bu öyküde yaptığın hamle öykünün artık bizim için olağan hale gelmiş doğal akışı içinde, hem de olaylar tam da en zirveye tırmanmışken aniden yaratılan büyük sessizlik (duşta tazyikli suyun altındayken suların aniden kesilmesi etkisi ). Hikayenin aslında bir hikayeciye ait olduğu, ve okuduğumuzun da o hikayecinin hikayesi olduğu gerçeği, ağzını bıçak açmayan Muslukçunun kurduğu o büyük içsel dünya ile bağdaşıyor. Sanki okuyucu önce birinin üzerinden bir dünya okumasına alıştırılıyor ama sadece bu bir sonraki adıma geçmek için bir alıştırma . Çünkü o kuruludünya aslında bir başkasının kurulu dünyası: Hapiste olan bir hikayecini. Biz başından beri bize verili bu dünyanın sularında gidip gelirken yer yer boğulurken, sürüklenirken, bir de bakıyoruz Muslukçunun o dünyasını bize veren bizim Muslukçu değilmiş, onu da kurgulayan başka bir akıl başka bir el var. İşin içinde bir hikayeci var. Bize Muslukçunun dünyasını cömertçe sunan fakat bu kez de onun başından geçenleri parça parça bildiğimiz ve tamamını hiçö bilemeyeceğimiz bir dünya. Suyumuz kesiliyor işte. Ve artık bir tamircimiz, bir muslukçumuz dahi yok bu durumu düzeltecek, ortalarda görülmüyor. O hayatın izlekleri taşınıyor diğer gerçek hayata. Ki aslında gerçek hayatın izlekleri taşınmış o hikayenin gerçekliğine. Biz şimdiye dek tersten bir okuma yapmışız. A diyoruz meğer Necati, hapisteki Necoymuş; Remziye Remzi abiymiş, güzeller güzeli Adile meğer hikaye yazarının karısıymış..Oysaki durumun bunların tam tersi olduğunu zor kabulleniyoruz. Remzi’nin Remziye’ye dönüştüğünü, güzeller güzeli Adile’nin aslında yazarın karısı olduğunu...Çünkü biz diğer dünyaya alıştırılmıştık. Ve oradan çıkmaya henüz niyetli değildik. Daha neler neler olacaktı kim bilir. Henüz verilmemiş cevaplarımız, doyurulmamış merakımız vardı, son hız dört nala sürüp gidiyordu. Tam da en heyecanlı yerindeydik. Ve sessizlik...Sular kesildi çağıracak bir muslukçumuz yok ortada
Öykü başından beri sinsice amaçladığını gerçekleştirmiş sanki. Muslukçunun parçalarını biz zaten hiç bir zaman birleştiremeyecektik. Öykü vermek istediği kadarını veriyordu bize adım adım. Ama asıl amacının başka bir şey olduğunu hissettiriyordu içten içe. Bizim ne olduğunu idrak edemediğimiz ama hep bir şeyleri, kimi parçaları eksik bırakan, o tamamına erişilmez dünyayı eksik okutturan bir kurgusu vardı. Bu eksikliğin ne olduğunu asıl yazar devreye girince anlamış olduk. Belki merakımız gitmedi sadece şekil değiştirdi, yöneldiği nesneyi değiştirdi. Artık yazarın dünyasını merak eder bulduk kendimizi ve daha da önemlisi o hikayenin eksik parçalarını tamamlayıp tamamlamayacağını. Bir eksiklik hep sürüp gidiyor, kesilmiyor.
Ve biz biliyoruz ki, bazı şeylerin sürüp gitmesi iyidir. Çünkü onun varolmasından ileri gelir.


Bundan sonraki öykümü Monica'ya adayacağım.

1 yorum:

Adsız dedi ki...

okuyorum artık hem de sesli.
sonra eleştiriyi okuyacağım.
sonra da ben bişiler karalarım