30 Kasım 2011 Çarşamba

Zamanında şöyle bir şey yazmışım:

Brad Pitt'le arkadaş olan insan

yüksek tavanlı, kırmızı koltuklu bir konser salonundayız. kalabalık. birileri konuşacak heralde önümde bir kürsü duruyor. benim yaşımda ve sosyoekonomik durumumdaki insanların aslında bu konferansa (gerçi ne olduğu hala belli değil) gelmeleri şöyle dursun en ön sıraya oturmaları sıradışı bir durummuş gibi hissediyorum. yanımda sevgilim oturuyor. huzursuz sanırım. sıradışı olaylar karşısında hep husursuz olmuştur. benimle yerini değişmek istiyor. koltuklarımızı birbirimize veriyoruz. yeni koltuğum bir kaç santim solda. çevreme bakınıyorum farklı bir şeyler görmeyi bekliyorum. az önce sağımda yaşlı, beyaz saçlı bir kadın oturuyordu. sevgilim, onun safiye soyman adında bir sinema eleştirmeni olduğunu söylemişti. şimdi solumda kim oturuyor acaba? hangi ünlü, hangi zengin, neredeyiz biz?

kafamı sola çevirdiğimde onu görüyorum. sarışın üç numara saçlar, fight club filmindeki final sahnesindeki saçlar. önüme dönüyorum. orada burada karşılarına çıkan ünlülere el sallayan ya da imza günlerinde kuyruklarda bekleyip; "ay ben sizi çok seviyorum bir imzanızı alabilir miyim?" diyen insanlardan değilimdir. gözlerimin ucuyla ellerine, giydiği ayakkabıya, pantolonuna bakmakla yetiniyorum. bir kadın önümde durmuş, o esnada fark etmedim. sevgilim uyarıyor beni, kadın elime ağır bir kitap tutuşturuyor. bu kitabın aynısını yıllar yıllar önce ilkokulda görmüştüm. hatta seyfi teoman diye bir sinemacı bu kitabın filmini bile çekmişti. elime tutuşturulan kitap, ilk okul çocuklarına tatil öncesi verilen bildiğimiz ödev kitaplarının en kalınıydı. içini karıştırdım, büyük puntolarla yazılmış basit cümleler koca koca resimler karşıma çıktı. hemen kapadım kitabı. odaklanamamıştım. ilgim hala yanımda oturan sarışındaydı, sevgilim olmayan sarışında. bu sefer biraz daha kafamı sola çevirerek baktım. ne bakıyorsun derse; "size de aynı saçma kitabı mı verdiler ona bakıyorum" diyecek, onu tanımamış numarasına yatacak, en cool ben olacaktım. hiç bir şey demedi hatta o da kafasını çevirip benim kitabıma veya bana baktı bilemiyorum ama kafasını bana doğru çevirdiğine eminim. bu arada ince bir kadın sesi konuşmaya başlamıştı. ses sanki koltukların altından geliyordu, akustik ambiyansın ve kaliteli ses siseminin birleşimiydi bu, bu seksilik. şöyle demişti: katı olan herşey buharlaşıyor/marx'ın modernitesi isimli konferansa hoşgeldiniz. huzurlarınızda marshall berman. şimdi, herkes alkışlıyordu yanımdaki sarışınlarla beraber ben de alkışlıyordum. alkış kesildikten sonra sol tarafımdaki adam kucağına katlayıp koyduğu trençkotunu ve onun üzerine koyduğu kalın kitabı düzeltirmiş gibi yaparken bir şeyler söyledi. ikinci kere dönüp ona bakma cesaretini böylece kendimde buldum ve o zaman anladım ki adam bana bir soru sormuştu: "size de aynı kitabı mı verdiler?". "heralde" dedim. benimkini gösterdim. bu sırada marshall amca konuşmaya başlamıştı bile. fısıldaşmamızdan rahatsız olan arka sıralardan birisi sessiz olun uyarısı yaptı. bu uyarıyı konferans bitene kadar farklı seslerden (bir tanesi sevgilime ait ince bir tondu) dört kere daha duyacaktım.

farklı farklı konulardan fısıldaşıyorduk. arada marshall amca dikkatimizi çekiyordu ona kulak veriyorduk, sonra birimiz diğerine kısa ama ilgi çekecek bir soru yöneltiyordu. ilk soruyu patavatsızca ben sormuştum: "o değil de" diye başlamıştım cümleye, size atlas silkindi filminde galt rolü oynamanız için tekflif geldi mi?". "geldi" dedi. belki cevap vermeye de bilirdi. belki de verilebilecek en kısa ve öz cevabı verdi ve daha fazla konuşmayalım lütfen demek istedi. ama tek kelimelik cevabını verirken gözlerime bakması ve cevabı sonrasında gözlerimdeki heyecanı görmesi onu daha fazla şey söylemeye teşfik etti: "sizce o rolün üstesinden gelebilir miyim?" diye sordu.

konferans sonrasında feci bir kalabalık çıkış kapısına doğru yönelmişti. sevgilim, konferansı çok beğenmişti ve bu biraz olsun onu mutlu etmiş böylelikle ağzını açmaya karar vermişti. koltuklarımızdan yeni kalkmıştık ki "ben hemen eve gideceğim" dedi. erken yatmalıyım biliyorsun yarın sunumum var". hızla yürümesi hiç hoşuma gitmedi halbuki amacım sevgilimi yeni arkadaşımla tanıştırmak ve hemen sonrasında bizimle bir içki paylaşabilir miymiş onu öğrenmekti. malesef ki bu dünya üzerinde zamanı en değerli olan benim sevgilimdi. çoktan benden uzaklara gitmiş çıkış kapısının oralarda beni beklemekteydi. elim mahkum arkadaşımın elini sıktım kuru bir vedalaşma yaşandı. çıkışa doğru kalabalığın arasına dalınca orhan pamuk dikkatimi çekti dünyanın en mutlu insanıyım ben diye seslenen bir gülümseme yerleşmişti suratına. iyicene moralim bozuldu. beş dakika sonra sevgilimi taksiye bindiriyordum. "sen de bin. beni bırakır devam edersin işte" dedi. "yok" dedim, "biraz dolaşmak istiyorum".

biraz dolaştım. hava soğumuştu. ellerimi cebime soktum. montumun yakalarını kaldırdım. ister istemez konferans binasının önüne doğru gitmişim, her çeşit insan, gazeteciler filan karışmak istemedim. yan sokağa daldım. önüme bir adam çıktı. aynı istikamette yürüyorduk. o da yakalarını kaldırmıştı elleri ceplerindeydi. sokak lambasının altından geçerken ayınlandı. kısa sarı saçlarından, kafa yapısından tanıdım. seslendim. oteline kadar yürümek istemiş meğerse. otelin barında bir şeyler içelim diye konuştuk. benim güzel dediğim yerin onun için en çirkin olabileceğini unutarak; "boşver seni güzel bir yere götüreceğim" dedim. her zamanki barıma doğru yollandık. bardan içeri girdiğimizde masada oturan bir kaç kişi beni laubali bir şekilde selamladı. onları tanımıyordum ama hal ve tavırlarından sanki dün de bu bara onlarla gelmişim gibi bir halleri vardı. hepsi şişman insanlardı. bunlar ne zaman benim arkadaşım olmuşlardı ki!

bir anda içinde bulunduğum durumun, yaşadığım son iki saatin hiç de inandırıcı olmadığı geldi aklıma. sevgilim bana kızmakta haklı olabilirdi. konferans çok güzel olabilirdi. orhan pamuk belki de en mutlu adam değildi. ben şu an karşımda oturan adamla tanışmamış olmalıydım normalde. hem karısı neredeydi bu adamın? bir yanılsama olmadığından emin olmak istedim. bu ihtimal beni çok korkttu birilerine benzeyen birilerinin beni bu kadar çok korkutacağını düşünmezdim. gerçi geçenlerde cem yılmaz'ın dublörü dedikleri adama bir izdivaç programında rastlamıştım, bir kızcağıza dünyanın en kafiyeli şiirini yazmış evlenme teklif ediyordu. o görüntüyü korkunç bir uyarı olarak algılamamış hafif bir mide bulantısıyla kanalı değiştirivermitşim. bir şekilde gerçek denilen şey ortaya çıkmalıydı artık. büyük bir cesaretle arkadaşım birasından ilk yudumu alırken hızlıca bir şeyler geveledim ağzımda: "lan bekir! sen misin oğlum?". arkadaşım keyifle birasını içerken bana baktı. "o ne demek?" dedi. gerçek aydınlanmıştı: sevgilim yine sudan bir bahaneyle husursuzlanmıştı, konferans gerçekten çok sıkıcıydı, karşımdaki gerçek brad pitt'di ve ben orhan pamuk kadar olmasa da son iki saatir oldukça mutlu bir adamdım. "bu..." dedim. "bu... bizim oralarda birasını içen ilk kişiye böyle söylenir: "labesemio". inandı, ne anlama geldiğini sordu ama ondan önce ben de biramdan ilk yudumumu alırken labesemio dedi. eski türkçe'de kullanılan farsça bir kelime olduğunu, hiç yalnız kalmayasın anlamına geldiğini söyledim. yine inandı. hemen konuyu değiştirip; "daha önce asahi bira içmiş miydin? ben çok seviyorum" dedim. anlattı da anlattı. bu biranın başka çeşitleri olduğunu ondan öğrendim. biralardan konu viskilere, oradan james bond'a oradan da oyunculuğa, ordan da özel hayatımıza geldi. angelina ile ayrılmak üzerelermiş, araları ne zamandır açıkmış o yüzden getirmemiş onu. duygulandım, benim de sevgilimle aramın açık olduğunu söyledim. bağladık alkole kendimizi.

barmen asahi bira kalmadığını söylediğinde biz zaten çok sarhoş olmuştuk. türkiye de bulunan sadece 33 cc'lik şişelerden onar tane içmiştik. barmen zaten artık asahi bira almayacaklarını türkiye'ye dağıtımın oldukça azaldığını söyledi. aldırmadım ona, arkadaşımın cebine götürdüğü eline vurdum, hesabı kaşla göz arasında ödeyiverdim barmene. sonra kol kola girdik. "gitme oteline, uzakta kaldı şimdi orası bir taksiye binip bize gidelim, salonda sana yer açarım" dedim. bize gittik. annem, anneannem uyanmasın diye sessiz hareket ettik. salonda yer açamadım ona sarhoşluktan, kıvrıl üçlüye dedim. içeriden pijama takımı getirdim. üstünü giydi altı poposundan geçmedi, kıvrılıverdi üçlüye orak ve çekiç desenli boxerıyla. berjerin üstünde duran tv battaniyesini üzerine örttüm. işığı kapadım, "sabah uyandır beni yedi'de" dedi. "hı hı don't worry" dedim. neden bu rüyadaki tek ingilizce cümleyi bu sahnede kurdum onu hiç anlamadım. işıkları kapadım. odama süzüldüm sessizce. yatağıma girer girmez uyandım.

19.12.2009

2 Ekim 2011 Pazar

Apartheid’ı hangi anlamda kullanıyorsunuz?
Bazı insanları kapsayan, bazılarını dışlayan bir sistemden bahsediyorum. Aslında çok mütevazı bir önermede bulunuyorum. 1990’larda Francis Fukuyama’nın “tarihin sonu” hayalini hep birlikte yaşadık. Bir biçimde liberal demokrasinin tarihin nihai formu olduğuna inandık. Belki onu biraz daha iyileştirebilir, daha hoşgörülü hale getirebilirdik ama sonuçta elimizdeki sistem liberal demokrasiydi. Ancak şimdi şu çok açık: Bugünün ütopyacı düşüncesi, şeylerin şimdi oldukları şekliyle yaşayacaklarını söylemektir! Tarihin nihai biçiminin bu olamayacağını gördük. Eğer bu hayati önemdeki sorunlarla yüzleşmezsek, durum gitgide daha kötü bir hal alacak.

Zizek

25 Eylül 2011 Pazar

Vicdanıma Güzelleme

Siyaset yapan birisi yalanı henüz meydana çıkmamış küçük bir çocuk gibi dolaşır etrafımızda. Allah siyaset yapmaz, aşık olan siyaset yapmaz, doğa siyaset yapmaz, kuşlar böcekler siyaset yapmaz ama elbette kendilerine göre muhakeme yaparlar.
İnsanın muhakemesi vicdanla alakalıdır. Kişinin kendi vicdanıyla. Asıl olarak bir böceği ezmeden sevdiğiniz kadını üzmeden, çiçeği dalından koparmadan önce verilmesi gereken bir uğraştır bu. Yani siz çiçeği kopardıktan sonra kimse çiçeklere zarar vermemeli dememelisiniz, o çiçeği hiç bir zaman ait olduğu yere geri koyamayacaksınız ve bu gerçek siz ne yaparsanız hangi doğa dostu organizasyona katılırsanız katılın değişmeyecektir. Böylesi bir uğraşı boş yere verenlere, çiçeğe zarar verdim diye günah çıkaranlara, bundan sonra hiç bir çiçeği incitmeyeceğini söyleyenlere bile, siyasetçi denir. Siyasetçinin başarısı kendi vicdan muhakemesiyle her zaman ters orantıda olacaktır. Siyasetçi kendi eksik vicdanını her zaman başkalarının vicdanlarını sömümerek doldurmaya çalışacaktır. Günümüzün siyasi yapısı bürokrasisi ve devlet anlayışı bu denli sorunlu olmasaydı siyasetçilere gerek olmayacağı gibi, başarılı siyasetçi diye bir sıfat tamlamasını hiç duymayacaktık.

Benim sağlam ve duyarlı bir vicdanım vardır. Fakat muhakememin yetersiz kaldığı ve bir vicdansız gibi gözüktüğüm zamanlar olmuştur. Şayet iyi siyaset yapabilseydim, değil başkaları ben bile kendim için son paragrafın ilk iki cümlesini yazamazdım. Nedenki iyi siyasetçiler sorunu en çok kanıksayıp onunla yaşamaya en çok alışanlar arasından çıkacaktır. Bu öyle bir alışkanlıktır ki adama insani meziyetlerinin hepsini an gelince unutturabilir.

8 Eylül 2011 Perşembe

artık kedileri seviyorum ve hala böcekleri öldürmüyorum.

20 Ağustos 2011 Cumartesi

içinden düşün. içindeyim.

7 Ağustos 2011 Pazar

Benim için en önemlisi açık sözlü olmaktır. Açık sözlü olmak; düşündüğünü, hissettiğini saklamadan söylemek demektir. Fakat açık sözlü olmak gibi aydınlık bir ilke ile densizlik patavatsızlık gibi karanlık güçlerin sıfatları arasında adeta görünmez bir sınır vardır. İnsan açık sözlü olmak uğruna yeri geldiğinde patavatsız, yeri geldiğinde ise densiz ilan edilecektir. Nitekim ona bu sıfatları yakıştıranlar haklıdırlar. Onlara aslında yüce bir amaca hizmet ettiğinizi fark etmedikleri için kızamazsınız. Bu yüzden gözlerinizi bu ince sınırı en zorlu stres anlarında bile es geçmeyecek şekilde bir an önce eğitmelisiniz. Bu, açık sözlü insanın en büyük sorumluluğudur. Unutmayın ki kötülük yapanın mazereti yüce bir amaca hizmet ettiğini savunmasından ibarettir.


Ben ve benim gibi insanlar diğerleri ile onların pek alışık olmadığı kadar tehlikeli yarışlar içerisine girmeyi severiz. Bu yarışlar sayesinde hayattan keyif alırız. Açık sözlü insanın yarışı bellidir ve tek bir cümleden ibarettir: Duygularımı söyleyen ilk ben olmalıyım.
Tehlike + Cesaret = Açık sözlü olmak.
Olur da karşınızdakini sizinle böylesi bir yarış içerisinde bulursanız o kişi sizin rakibiniz değil en büyük yol arkadaşınız olacaktır.

Ve işte bu yüzden arkadaşlar candır canandır. Ve bu yüzden aslında bizim çok az arkadaşımız vardır.


11 Temmuz 2011 Pazartesi

Sahip Olmanın Dayanılmaz Üstünlüğü

kurk-sahip-olmak.jpgHalk arasında bilinen hikayedir. Kayseriliye bir malın fiyatını sormuşlar. Kayserili de soruya başka bir soruyla karşılık vermiş. “Alırken mi, satarken mi?” Geçmişte Kayserililerin uyanıklığına atfedilen bu özellik, sadece Kayserililere özgü değil, insanoğluna özgü çok temel bir özelliği yansıtmaktadır.

Herhangi bir nesneye yakın olmak, ona sahip olmak veya sahip olma ihtimali, ona bağlanmaya yol açar. Öğrencilik yıllarımda Türk turist gruplarıyla Avrupa’da yolculuk yapmıştım. Bu dönemde Amsterdam’da pırlanta, Helsinki ve Londra’da kürk satan satıcıların, alıcıların parmağına yüzükleri takmak, kürkü giymek konusundaki ısrarlarına hayret etmiştim. İnsan bir kere bir nesnenin kendisine ait olduğunu (veya bu örnekte olduğu gibi olabileceğini) düşündüğünde bir sahiplik duygusu geliştirir. Ondan sonra da bundan ayrılmak, bir kopma ve kaybetme duygusu (kaygısı) yaratır ve böylece kişi kayba odaklanır. Otomobil satıcılarının test sürüşü yaptırmalarının nedeni de budur.

Para iade garantisi ile yapılan satışlarda da benzer bir mekanizma işler, özellikle halı, piyano ve bazı mücevher satıcıları iade garantisi ile mal satarlar. Bu tür satışlarda geri dönüş yok denecek kadar azdır. Sadece bu tür büyük ürünler değil, aynı zamanda TV aracılığıyla ve posta yoluyla yapılan satışlarda da ürün iade oranı çok düşüktür. Türkiye’de ilk kez, perakende sektöründe Cem Boyner, Beymen’de hem satışlarında artış sağladı, hem de sektöre örnek oldu.

Sahiplik Duygusu

İnsanlar sahip oldukları herhangi bir şeyi satışa çıkardıkları zaman bu ister ev, ister araba olsun ona farklı bir gözle bakarlar ve alıcının da aynı gözle bakacağını kabul ederler. Buna göre de fiyat belirlerler. Ayrıca sadece o ürüne yaptıkları masrafın değil, ona verdikleri emeği ve duygusal yatırımı da satış fiyatına dahil ederler. Oysa bütün bunların alıcı için hiçbir anlamı yoktur. Buna karşılık alıcılar, evdeki rutubeti, dolapların kapaklarının düşük olduğunu görür veya arabanın tamponundaki çiziği fark eder veya gıcırdayan ön takımların sesini duyarlar.

Sahiplik duygusunun yaşandığı ilginç alalardan biri de internetteki online ve canlı olarak yapılan açık artırmalardır. Uzun süre en yüksek teklifi verenler, en güçlü sahiplik duygusunu yaşarlar ve başlangıçta kendilerine koydukları sınırların ötesine geçerler.

Benzer durum finans piyasalarına yapılan yatırımlar için de geçerlidir. İnsanlar bir kere bir yatırım yaptıklarında sadece paralarını yatırmış olmaz, aynı zamanda kendilerini de o yatırımın parçası olarak hissederler. Haifa Üniversitesi’nde yapılan bir araştırmada, katılımcılara yaklaşık 25 $ tutarında bir ikramiye kazanma şansı veren biletler ücretsiz olarak dağıtılmıştır. Katılımcıların %80’i her biletin kazanma şansının eşit olduğunu düşünmüş, %10’u kendi biletlerinin daha fazla, %10’u da daha az kazanma şansı olduğuna inandıklarını belirtmişlerdir. Ancak 6 bilet sahibinden 5 tanesi biletini değiştirmeyi kabul etmemiştir. İlginç olan biletlerin daha düşük bir kazanma şansı olduğunda insanların %67 sinin de biletlerini değiştirmeye yanaşmamış olmasıdır.

Emeklilik fonlarına yatırım yapanların ezici çoğunluğu da hayatları boyunca ilk seçtikleri planın dışına çıkmamaktadırlar. Oysa yatırımcılar tarafından bir fonu seçme nedeni olarak, çok kere “dilediğinde değişim yapma şansı” gösterilmektedir.

Sahiplik duygusu sadece yatırım veya nesne gibi paraya bağlı konularla ilgili değildir. İnsanlar bir kere bir fikri savunmaya başlarlarsa, tartışma ne kadar uzarsa, diğer bakış açılarını anlayarak ikna olmak yerine, kendi fikirlerinden daha fazla emin olurlar ve daha şiddetle savunurlar.

Sonuç

Bunun nedeni pişmanlık yaşama endişesidir. İnsanlar kendileri için zor veya öngöremedikleri bir konuda karar vermeleri gerektiğinde kararsız kalırlar ve hiç bir şey yapmamayı seçerler. Çünkü bir şeyi elden çıkarmak ve sonra onun daha fazla değer kazandığını görmenin pişmanlığı insanı korkutur. İnsanlar bu noktada kazanacaklarından çok kaybedeceklerine odaklanırlar ve vazgeçip pişman olmaktansa, elde tutup sonuçlarına katlanmaya razı olurlar.

ACAR BALTAŞ

Şimdi yukardaki yazıyı dikkatle okuduysanız, sevgilinizle bir dahaki buluşmanızda hatırlayın.

7 Temmuz 2011 Perşembe

Bazı geceler haddinden fazla aydınlık oluyor.

Aslında daha küçükken okumak istediğim ama bir türlü ertelediğim bir roman vardı, geçen ayın başında okumaya başlamıştım. Şimdi duruyor baş ucumda, ellinci sayfasına kadar gelmişimdir belki, bitiremedim. En çok kadın yazarların kitaplarını yarım bırakmışımdır, kadın Türk yazarların, Buket Uzuner de onlardan birisi oldu, romanının adı: "Kumral Ada Mavi Tuna".

Kocaman bir ama ile başlamam lazım ki bir abim insanlar ama diyene kadar cümlelerini duymasan da olur demişti. Ama, işte bu kitabı ortada bırakmamın tuhaf nedeni onu diğerlerinden ayırıyor.

Hikayede bir karakter var; "çok kumral". Bence sen de çok kumralsın. Hani şu konuştuğumuz Saatler filmindeki gibi sanki senin otuz yıl önceki enkarnasyonunu okuyormuş gibi hissettim sürekli, rahatısız derecede kumral sözcüğü geçti gözlerimin önünden ve her sözcük daha çok özletti seni. Özü budur. Beni aramak için kumral bir roman karakteri mi bekliyordun diye sorabilirsin ben de sana iyi bir bahane lazımdı diyebilirim. Ama, hani dayanma noktasından bahsetmiştim, bir an geliyor donmak üzere olan bir insanın yaptığı gibi istemsiz bir refleksle elin telefona gidiyor, o an bir gece vakti oluyor uyuşturucular önüne perde perde gece çekmiş oluyor ya da... Karanlıkta göremiyoruz sen de biliyorsun.





14 Mayıs 2011 Cumartesi

12 Mayıs 2011 Perşembe

annem bana şiir kitabı aldı. Başına şöyle yazmış:

Can'ıma...
Yaşamımıza anlam katanlara saygıyla...

Ama

Şu Da Var

Bir de var sen koynumda yatıyorsun
Güzelsin güzelliğin mutlak amenna
Kızlığın masanın üstünde
Kocana saklıyorsun

Oysa koca da ne benim kollarım var
Soy bir portakal yedir bana dilim dilim
Ben uzunminareliyimdir doğma büyüme
Ne yapıp yapıp denizi görmek isterim

Cemal Süreya

8 Mayıs 2011 Pazar

Güzellikler kovalıyorum, izlettiklerim okuduklarım saçma şeylermiş daha niceleri geliyor aklıma, enerjiyle doluyorum neler paylaşacağız diyorum. çok mutluyum.

Sonra bir sessizlik anında, bitiyor hepsi. "Sadece bunları düşünebildiğim için kendimi şanslı hissetmeliyim değil mi?" diyorum. Olmasını istemiyorum, olurmuş gibi olsunlar hep. Sanki bu kadarı yeterliymiş... Ucundan kıyısından, hiç bir zaman aklımdaki haliyle değil, yarımyamalak, olurmuş gibi olsun. Bir de Scrubs güzel diziydi diyerek eklemek isterim. Herhalde peşisıra bölümlerini izleyebildiğim son komedi dizisiydi.

Dr Cox: I love this moment so much I want to have sex with it.


16 Nisan 2011 Cumartesi

Bahçene dalan bir köpek gibi.
Nesef alabiliyorken.
Bir öksüz kadar ciddi.
Sigara içebiliyorken.
Söyle ona!
Bir insan gibi inanacağım sana,
Sonunda İsa gibi yükseleceğim.
Söyle ona, gitsin şimdi!
Arkasından ben geleceğim.


Doumo 'nun Çatısı, Milano / 2011 Nisan

... Betonların istila etmediği herhangi bir kara parçasına 500 tane fidan diken, can suyunu veren, en az yarısının hayata tutunmasını sağlayan bütün gençleri askerlikten muaf sayardım. Bu sayıyı yükseltenlere de rütbe verirdim. Düşün sen 2 bin tane ağaç dikmişsin, seni general yapardım. Askerlik denilen mesleği de tarihe terk etmiş olurduk.

Sırrı Süreyya Önder meclise koşuyor. Yürü be hemşerim.

21 Mart 2011 Pazartesi

Nebahat Çehre, "evet başıma şişeyi koydu sonra da ateş edip onu tuz buz etti". O hayatımın aşkıdır. Demiş. Bazen vurmaktan başka çaremiz kalmaz, bizi aciz düşüren sizlersiniz canlarım. Biraz da deli olursak vurmayıp ne yapalım. Biraz da kanlı olsun. Kadınlar onları vuranlara aşıktır. Burada bir sorun yok. Sorun erkeğin erkeğe pusu kurmasında. Düello vardı eskiden. Tekrar olsun. Şerefimizle hakkımızla ölelim en azından. Kör kurşuna kurban gitmeyelim. Delikanlı gibi kurşunun karşısına dikilmeden vurmasınlar bizi.

6 Mart 2011 Pazar


Nereden biliyorsunuz? Sevişmek istemediklerini ya da sevişmek istediklerini... Ben bilemedim.

3 Mart 2011 Perşembe

Alternatif bir ahlak anlayışı geliştirmek zorundayız. Bunun için ne yapılması gerektiğini biliyorum: Televizyonda okunamayacak şiirler; yayınlanamayacak filmler yapmalıyız! Lanet küçük burjuva ahlakına kök söktürecek gerçekten sivil şeyler…

Bu elbette böyle küfürlü şiirlerden her gün bin tane yazalım demek değil. Zaten böyle bir şey bir kere yapılırdı; ben yaptım oldu! Artık bitti tamam.

Onur Ünlü bir insan.

28 Şubat 2011 Pazartesi

Korkutuyor beni bu tip rastlantılar. Ama zaten Hilmi Yavuz kitabını aldıysan eline huzursuz olmak için mantıklı bir sebebin var demektir. Hayat, seni beklemediğini anlatmak istemektedir. Bu haliyle, tahtadan bir cetvel tutan ve sabrının son sınırına gelmiş öğretmenlere benziyor.

Hüseyin Kolukısa tarafından işaretlenmiş mısralar:


Kimseler bilmesin istedim, neden
Denizleri yarım kalmış bir kentim
Ayıp diye çiçek resmi çizerdim
Saplarını saksılara gömmeden

.
.
.

Benim sanki ben şimdi ne değilsem.



10 Şubat 2011 Perşembe

Lego yaparken horoz ötüyordu, hala ötüyor. Bebek ağlamasına çok benziyor bu ses. Uyku vakti küçük Can. Sen uyandığında farklı bir şeyler olmuş olacak.

27 Ocak 2011 Perşembe

UT

Rakı içilir mi hiç çiçeksiz
çiçeksiz ölürüm dükkanları
hem kim olsa ölür ispatinin ebesi
zulmü ilan edilmiş sokağa çıkar
yalnızlığının ut sesi bir fonograf
tanzimat fermanında unutulmuş hacivat
gelip kahkahalar tarafıdan iğne ister

Yalnız belki çocuklar için atlı
gülen tramvayı ölümün cumhuriyete
enflasyou sekiz memeli bir zenne
o çirkinim tasviri efkar bir zindan
vakitlere açıktır kepengi aşkı memnu
ölü teyzesine yalnızlığa giden kim çocuk
pire kasketini deve kimler giyer acaba
zehir dükkanları çiçek çiçekçi pera'da

Benim ut teyzem de ölü galiba hacivat
şimdi şu rakıdan ne diye vergi alırlar sanki.

Ece Ayhan/1957


İcra ettiğin sanatın araçlarını üst bir yetkinlikte kullanmak yetmez, kendine has uslublar geliştirmek gerekir, Ece Ayhan gibi olabilmek için mesela.

23 Ocak 2011 Pazar

Varoluşumuzun en ilginç yanı bu düşünsel oyun. Acı, sevgi, kurtuluş, yalnızlık, mutluluk, kin, ölüm, ağaç, dağ, deniz, çocuk, adam, gece , sabah, evlerin duvarları, dünya, dünyayı saran boşluk, sonsuzluk, hepsi düşüncede oluşuyor. Hayır, "cogito ego sum"demeyeceğim, peki ne diyeceğim? "Varım öyleyse düşünüyorum". (Tezer Özlü "Kalanlar")

Varolmamız düşünmek ve duyumsamaktır. (Aristoteles)

Varolmak iki anlama geliyor. İlki "biri" gibi varolmak, diğer öznelerle en temelde kurduğumuz basit bir bağ, bir paylaşım. Doğuşumuzun verdiği gerçeklik. Diğer anlamda varolmak tam da işte ben o biri "değilim" dediğimiz an başlıyor. Düşünüyoruz, başka şeylerin önünü açıyoruz böylece.

Ben ilk anlamada varoluşumuza düşüncemizi önceleyen, sıradan varoluşumuza çok şey borçlu olduğumuzu düşünüyorum. Bu yüzden senden farklı olarak, doğum günlerinin önemsiyorum, kutlamayı seviyorum.
Nice sağlıklı yaşlar geçirmeni dilerim. Yeni yaşında her şey dilediğin gibi olsun.

F. Gözde Çakır / 28.09. 2010