28 Şubat 2012 Salı

saat 06:19.11, kullandığın küçültme ekleri kabusumdalardı, zor uyandım.

Saba makamında bir şarkı ve sonrası.
Bu saatlerde uyanan küçük çocuklar var, inanabiliyor musun?

Gördüğüm gibi anlatacağım, kendi tarzımda, abartarak. Sana dert mi anlatacağım illa! Sana kötü bir şey anlatmayacağım bir daha. Karanlık bir odada kaybolmuş özlem ve ona çaresizce seslenen(!) arkadaşı olmayacak artık. Hep güzel şeylerden bahsedeceğim, gerçekten güzel olan şeylerden.

Güzel, bize en çok haz veren şey midir? bize en çok hazzı veren ise, en kısa sürede kafamızda en çok düşünce yaratan şeydir. Sesli düşündüm sana sormuyorum. Zaten, bundan sonra konuşmayacağım. Çünkü sessizlik! Sesin aşı olmak üzere olan küçük bir çocuğun bekleyişindeki korku kadar zalim gözüktüğü (az önce kabusumdaki gibi) anlardan bahsediyorum. Ben onları çok seviyorum.

Saat 06:19.11, kullandığın küçültme ekleri kabusumdalardı, zor uyandım.

Fichte'ye göre bir şeyin güzelliği ya da çirkinliği seyredenin bakış açısına bağlı imiş. Ruhta arayalım diyor yani güzelliği. Buna katılmıyorum.

Param olsun istiyorum. Neden biliyor musun?

Bir yat yaptıracağım. Düşünmekten bağırmaktan söz geçirmekten sıkıldığım zaman bir aylığına yokum diyeceğim, Denizin ortasında yalnız kalacağım. Hayır, tamamen yalnız değil. Bir kadın olacak yanımda. Hayır o sen değilsin. Sen böyle bir kaçışa kaçmak için yatın sahibine aşık olmak gerktiğine inananlardansın (ya da yanına bolca arkadaş alıp kaçışını tatilmiş gibi gösterenlerden. Sevgilim bile o yatın paylaşımcısı değil (malesef), o da senin gibi. ve çevremdeki tüm kadınlar sizin gibi (ama siz özelsiniz, değil mi?) Zaten kim olduğu da hiç mühim değil. Nasıl biri olacağını biliyorum yalnızca: Konuşacak pek çok ortak ilgi alanı bulduğum, sabahlara kadar hiç sıkılmadan konuşabileceğim, konuşmak istediğim(!) bir kadın olacak (sizin gibi yani) ama...
Aması şu; hiç konuşma olmayacak, günde üç dört cümle belki. Kural bu! Şöyle soramayacağım yani; biz neden böyleyiz? Neden konuşmuyoruz bu kadar severken birbirimizi bu kadar iyi anlaşırken! Zaten öyle bir durumda şu anki Can olsa şöyle derdi; "çünkü konuşarak "sizi" koca götlü şişman bir adamın maç izlemeyi sevdiği koltuğa hevesle her oturuşunda onu yavaş yavaş aşındırması gibi (sonra başka bir koltuk alır o boşver) eskitiyorsunuz! Tokat atın hiç olmadı! Ama konuşmayın.

Artık 7'de uyandırılmayan, aşı yapılmıyan ve para kazanıp güzel bir kadın ve güzel bir yat almak isteyen birisi sana arayıp durduğu güzelliğin tanımını yaptı.

Evet gösteremiyorum ama orada bir yerde bize inandığım kadar inanıyorum buna.

Yazdım, sildim, ve çok zaman geçti neredeyse bir saat sürmüş şu kadarcık cümle kurmak.

Neyse, artık güzel şeylerden "konuşmanın" zamanı. Tekrar uykuya dalıyorum.

2009

Ne farklı kafalar yaşamışım ama bir yat yaptıracağım doğru, hem de senin için.

30 Kasım 2011 Çarşamba

Zamanında şöyle bir şey yazmışım:

Brad Pitt'le arkadaş olan insan

yüksek tavanlı, kırmızı koltuklu bir konser salonundayız. kalabalık. birileri konuşacak heralde önümde bir kürsü duruyor. benim yaşımda ve sosyoekonomik durumumdaki insanların aslında bu konferansa (gerçi ne olduğu hala belli değil) gelmeleri şöyle dursun en ön sıraya oturmaları sıradışı bir durummuş gibi hissediyorum. yanımda sevgilim oturuyor. huzursuz sanırım. sıradışı olaylar karşısında hep husursuz olmuştur. benimle yerini değişmek istiyor. koltuklarımızı birbirimize veriyoruz. yeni koltuğum bir kaç santim solda. çevreme bakınıyorum farklı bir şeyler görmeyi bekliyorum. az önce sağımda yaşlı, beyaz saçlı bir kadın oturuyordu. sevgilim, onun safiye soyman adında bir sinema eleştirmeni olduğunu söylemişti. şimdi solumda kim oturuyor acaba? hangi ünlü, hangi zengin, neredeyiz biz?

kafamı sola çevirdiğimde onu görüyorum. sarışın üç numara saçlar, fight club filmindeki final sahnesindeki saçlar. önüme dönüyorum. orada burada karşılarına çıkan ünlülere el sallayan ya da imza günlerinde kuyruklarda bekleyip; "ay ben sizi çok seviyorum bir imzanızı alabilir miyim?" diyen insanlardan değilimdir. gözlerimin ucuyla ellerine, giydiği ayakkabıya, pantolonuna bakmakla yetiniyorum. bir kadın önümde durmuş, o esnada fark etmedim. sevgilim uyarıyor beni, kadın elime ağır bir kitap tutuşturuyor. bu kitabın aynısını yıllar yıllar önce ilkokulda görmüştüm. hatta seyfi teoman diye bir sinemacı bu kitabın filmini bile çekmişti. elime tutuşturulan kitap, ilk okul çocuklarına tatil öncesi verilen bildiğimiz ödev kitaplarının en kalınıydı. içini karıştırdım, büyük puntolarla yazılmış basit cümleler koca koca resimler karşıma çıktı. hemen kapadım kitabı. odaklanamamıştım. ilgim hala yanımda oturan sarışındaydı, sevgilim olmayan sarışında. bu sefer biraz daha kafamı sola çevirerek baktım. ne bakıyorsun derse; "size de aynı saçma kitabı mı verdiler ona bakıyorum" diyecek, onu tanımamış numarasına yatacak, en cool ben olacaktım. hiç bir şey demedi hatta o da kafasını çevirip benim kitabıma veya bana baktı bilemiyorum ama kafasını bana doğru çevirdiğine eminim. bu arada ince bir kadın sesi konuşmaya başlamıştı. ses sanki koltukların altından geliyordu, akustik ambiyansın ve kaliteli ses siseminin birleşimiydi bu, bu seksilik. şöyle demişti: katı olan herşey buharlaşıyor/marx'ın modernitesi isimli konferansa hoşgeldiniz. huzurlarınızda marshall berman. şimdi, herkes alkışlıyordu yanımdaki sarışınlarla beraber ben de alkışlıyordum. alkış kesildikten sonra sol tarafımdaki adam kucağına katlayıp koyduğu trençkotunu ve onun üzerine koyduğu kalın kitabı düzeltirmiş gibi yaparken bir şeyler söyledi. ikinci kere dönüp ona bakma cesaretini böylece kendimde buldum ve o zaman anladım ki adam bana bir soru sormuştu: "size de aynı kitabı mı verdiler?". "heralde" dedim. benimkini gösterdim. bu sırada marshall amca konuşmaya başlamıştı bile. fısıldaşmamızdan rahatsız olan arka sıralardan birisi sessiz olun uyarısı yaptı. bu uyarıyı konferans bitene kadar farklı seslerden (bir tanesi sevgilime ait ince bir tondu) dört kere daha duyacaktım.

farklı farklı konulardan fısıldaşıyorduk. arada marshall amca dikkatimizi çekiyordu ona kulak veriyorduk, sonra birimiz diğerine kısa ama ilgi çekecek bir soru yöneltiyordu. ilk soruyu patavatsızca ben sormuştum: "o değil de" diye başlamıştım cümleye, size atlas silkindi filminde galt rolü oynamanız için tekflif geldi mi?". "geldi" dedi. belki cevap vermeye de bilirdi. belki de verilebilecek en kısa ve öz cevabı verdi ve daha fazla konuşmayalım lütfen demek istedi. ama tek kelimelik cevabını verirken gözlerime bakması ve cevabı sonrasında gözlerimdeki heyecanı görmesi onu daha fazla şey söylemeye teşfik etti: "sizce o rolün üstesinden gelebilir miyim?" diye sordu.

konferans sonrasında feci bir kalabalık çıkış kapısına doğru yönelmişti. sevgilim, konferansı çok beğenmişti ve bu biraz olsun onu mutlu etmiş böylelikle ağzını açmaya karar vermişti. koltuklarımızdan yeni kalkmıştık ki "ben hemen eve gideceğim" dedi. erken yatmalıyım biliyorsun yarın sunumum var". hızla yürümesi hiç hoşuma gitmedi halbuki amacım sevgilimi yeni arkadaşımla tanıştırmak ve hemen sonrasında bizimle bir içki paylaşabilir miymiş onu öğrenmekti. malesef ki bu dünya üzerinde zamanı en değerli olan benim sevgilimdi. çoktan benden uzaklara gitmiş çıkış kapısının oralarda beni beklemekteydi. elim mahkum arkadaşımın elini sıktım kuru bir vedalaşma yaşandı. çıkışa doğru kalabalığın arasına dalınca orhan pamuk dikkatimi çekti dünyanın en mutlu insanıyım ben diye seslenen bir gülümseme yerleşmişti suratına. iyicene moralim bozuldu. beş dakika sonra sevgilimi taksiye bindiriyordum. "sen de bin. beni bırakır devam edersin işte" dedi. "yok" dedim, "biraz dolaşmak istiyorum".

biraz dolaştım. hava soğumuştu. ellerimi cebime soktum. montumun yakalarını kaldırdım. ister istemez konferans binasının önüne doğru gitmişim, her çeşit insan, gazeteciler filan karışmak istemedim. yan sokağa daldım. önüme bir adam çıktı. aynı istikamette yürüyorduk. o da yakalarını kaldırmıştı elleri ceplerindeydi. sokak lambasının altından geçerken ayınlandı. kısa sarı saçlarından, kafa yapısından tanıdım. seslendim. oteline kadar yürümek istemiş meğerse. otelin barında bir şeyler içelim diye konuştuk. benim güzel dediğim yerin onun için en çirkin olabileceğini unutarak; "boşver seni güzel bir yere götüreceğim" dedim. her zamanki barıma doğru yollandık. bardan içeri girdiğimizde masada oturan bir kaç kişi beni laubali bir şekilde selamladı. onları tanımıyordum ama hal ve tavırlarından sanki dün de bu bara onlarla gelmişim gibi bir halleri vardı. hepsi şişman insanlardı. bunlar ne zaman benim arkadaşım olmuşlardı ki!

bir anda içinde bulunduğum durumun, yaşadığım son iki saatin hiç de inandırıcı olmadığı geldi aklıma. sevgilim bana kızmakta haklı olabilirdi. konferans çok güzel olabilirdi. orhan pamuk belki de en mutlu adam değildi. ben şu an karşımda oturan adamla tanışmamış olmalıydım normalde. hem karısı neredeydi bu adamın? bir yanılsama olmadığından emin olmak istedim. bu ihtimal beni çok korkttu birilerine benzeyen birilerinin beni bu kadar çok korkutacağını düşünmezdim. gerçi geçenlerde cem yılmaz'ın dublörü dedikleri adama bir izdivaç programında rastlamıştım, bir kızcağıza dünyanın en kafiyeli şiirini yazmış evlenme teklif ediyordu. o görüntüyü korkunç bir uyarı olarak algılamamış hafif bir mide bulantısıyla kanalı değiştirivermitşim. bir şekilde gerçek denilen şey ortaya çıkmalıydı artık. büyük bir cesaretle arkadaşım birasından ilk yudumu alırken hızlıca bir şeyler geveledim ağzımda: "lan bekir! sen misin oğlum?". arkadaşım keyifle birasını içerken bana baktı. "o ne demek?" dedi. gerçek aydınlanmıştı: sevgilim yine sudan bir bahaneyle husursuzlanmıştı, konferans gerçekten çok sıkıcıydı, karşımdaki gerçek brad pitt'di ve ben orhan pamuk kadar olmasa da son iki saatir oldukça mutlu bir adamdım. "bu..." dedim. "bu... bizim oralarda birasını içen ilk kişiye böyle söylenir: "labesemio". inandı, ne anlama geldiğini sordu ama ondan önce ben de biramdan ilk yudumumu alırken labesemio dedi. eski türkçe'de kullanılan farsça bir kelime olduğunu, hiç yalnız kalmayasın anlamına geldiğini söyledim. yine inandı. hemen konuyu değiştirip; "daha önce asahi bira içmiş miydin? ben çok seviyorum" dedim. anlattı da anlattı. bu biranın başka çeşitleri olduğunu ondan öğrendim. biralardan konu viskilere, oradan james bond'a oradan da oyunculuğa, ordan da özel hayatımıza geldi. angelina ile ayrılmak üzerelermiş, araları ne zamandır açıkmış o yüzden getirmemiş onu. duygulandım, benim de sevgilimle aramın açık olduğunu söyledim. bağladık alkole kendimizi.

barmen asahi bira kalmadığını söylediğinde biz zaten çok sarhoş olmuştuk. türkiye de bulunan sadece 33 cc'lik şişelerden onar tane içmiştik. barmen zaten artık asahi bira almayacaklarını türkiye'ye dağıtımın oldukça azaldığını söyledi. aldırmadım ona, arkadaşımın cebine götürdüğü eline vurdum, hesabı kaşla göz arasında ödeyiverdim barmene. sonra kol kola girdik. "gitme oteline, uzakta kaldı şimdi orası bir taksiye binip bize gidelim, salonda sana yer açarım" dedim. bize gittik. annem, anneannem uyanmasın diye sessiz hareket ettik. salonda yer açamadım ona sarhoşluktan, kıvrıl üçlüye dedim. içeriden pijama takımı getirdim. üstünü giydi altı poposundan geçmedi, kıvrılıverdi üçlüye orak ve çekiç desenli boxerıyla. berjerin üstünde duran tv battaniyesini üzerine örttüm. işığı kapadım, "sabah uyandır beni yedi'de" dedi. "hı hı don't worry" dedim. neden bu rüyadaki tek ingilizce cümleyi bu sahnede kurdum onu hiç anlamadım. işıkları kapadım. odama süzüldüm sessizce. yatağıma girer girmez uyandım.

19.12.2009

2 Ekim 2011 Pazar

Apartheid’ı hangi anlamda kullanıyorsunuz?
Bazı insanları kapsayan, bazılarını dışlayan bir sistemden bahsediyorum. Aslında çok mütevazı bir önermede bulunuyorum. 1990’larda Francis Fukuyama’nın “tarihin sonu” hayalini hep birlikte yaşadık. Bir biçimde liberal demokrasinin tarihin nihai formu olduğuna inandık. Belki onu biraz daha iyileştirebilir, daha hoşgörülü hale getirebilirdik ama sonuçta elimizdeki sistem liberal demokrasiydi. Ancak şimdi şu çok açık: Bugünün ütopyacı düşüncesi, şeylerin şimdi oldukları şekliyle yaşayacaklarını söylemektir! Tarihin nihai biçiminin bu olamayacağını gördük. Eğer bu hayati önemdeki sorunlarla yüzleşmezsek, durum gitgide daha kötü bir hal alacak.

Zizek

25 Eylül 2011 Pazar

Vicdanıma Güzelleme

Siyaset yapan birisi yalanı henüz meydana çıkmamış küçük bir çocuk gibi dolaşır etrafımızda. Allah siyaset yapmaz, aşık olan siyaset yapmaz, doğa siyaset yapmaz, kuşlar böcekler siyaset yapmaz ama elbette kendilerine göre muhakeme yaparlar.
İnsanın muhakemesi vicdanla alakalıdır. Kişinin kendi vicdanıyla. Asıl olarak bir böceği ezmeden sevdiğiniz kadını üzmeden, çiçeği dalından koparmadan önce verilmesi gereken bir uğraştır bu. Yani siz çiçeği kopardıktan sonra kimse çiçeklere zarar vermemeli dememelisiniz, o çiçeği hiç bir zaman ait olduğu yere geri koyamayacaksınız ve bu gerçek siz ne yaparsanız hangi doğa dostu organizasyona katılırsanız katılın değişmeyecektir. Böylesi bir uğraşı boş yere verenlere, çiçeğe zarar verdim diye günah çıkaranlara, bundan sonra hiç bir çiçeği incitmeyeceğini söyleyenlere bile, siyasetçi denir. Siyasetçinin başarısı kendi vicdan muhakemesiyle her zaman ters orantıda olacaktır. Siyasetçi kendi eksik vicdanını her zaman başkalarının vicdanlarını sömümerek doldurmaya çalışacaktır. Günümüzün siyasi yapısı bürokrasisi ve devlet anlayışı bu denli sorunlu olmasaydı siyasetçilere gerek olmayacağı gibi, başarılı siyasetçi diye bir sıfat tamlamasını hiç duymayacaktık.

Benim sağlam ve duyarlı bir vicdanım vardır. Fakat muhakememin yetersiz kaldığı ve bir vicdansız gibi gözüktüğüm zamanlar olmuştur. Şayet iyi siyaset yapabilseydim, değil başkaları ben bile kendim için son paragrafın ilk iki cümlesini yazamazdım. Nedenki iyi siyasetçiler sorunu en çok kanıksayıp onunla yaşamaya en çok alışanlar arasından çıkacaktır. Bu öyle bir alışkanlıktır ki adama insani meziyetlerinin hepsini an gelince unutturabilir.

8 Eylül 2011 Perşembe

artık kedileri seviyorum ve hala böcekleri öldürmüyorum.

20 Ağustos 2011 Cumartesi

içinden düşün. içindeyim.

7 Ağustos 2011 Pazar

Benim için en önemlisi açık sözlü olmaktır. Açık sözlü olmak; düşündüğünü, hissettiğini saklamadan söylemek demektir. Fakat açık sözlü olmak gibi aydınlık bir ilke ile densizlik patavatsızlık gibi karanlık güçlerin sıfatları arasında adeta görünmez bir sınır vardır. İnsan açık sözlü olmak uğruna yeri geldiğinde patavatsız, yeri geldiğinde ise densiz ilan edilecektir. Nitekim ona bu sıfatları yakıştıranlar haklıdırlar. Onlara aslında yüce bir amaca hizmet ettiğinizi fark etmedikleri için kızamazsınız. Bu yüzden gözlerinizi bu ince sınırı en zorlu stres anlarında bile es geçmeyecek şekilde bir an önce eğitmelisiniz. Bu, açık sözlü insanın en büyük sorumluluğudur. Unutmayın ki kötülük yapanın mazereti yüce bir amaca hizmet ettiğini savunmasından ibarettir.


Ben ve benim gibi insanlar diğerleri ile onların pek alışık olmadığı kadar tehlikeli yarışlar içerisine girmeyi severiz. Bu yarışlar sayesinde hayattan keyif alırız. Açık sözlü insanın yarışı bellidir ve tek bir cümleden ibarettir: Duygularımı söyleyen ilk ben olmalıyım.
Tehlike + Cesaret = Açık sözlü olmak.
Olur da karşınızdakini sizinle böylesi bir yarış içerisinde bulursanız o kişi sizin rakibiniz değil en büyük yol arkadaşınız olacaktır.

Ve işte bu yüzden arkadaşlar candır canandır. Ve bu yüzden aslında bizim çok az arkadaşımız vardır.